Her türden sağlık kuruluşunda hekimler başta olmak üzere
sağlık çalışanlarına yönelen şiddetin her türü freni boşalmış yokuş aşağı yol
alan taşıt gibi! Basına ve kamuoyuna yansıyanlar toplamın oldukça azıdır.
Dün (16 Ekim) İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Atatürk Eğitim
ve Araştırma Hastanesi’nde bu zincire eklenen ve genç bir hekimi hedef alan
saldırı yaşamsal tehlikeye yol açması ve sıra dışılığıyla gündeme bomba gibi
düştü.
Genç meslektaşımızın bir doktor ana-babanın evladı olması da
ayrıca dikkate değer bir ayrıntı.
Sağlıkta Dönüşüm sistemi var edenleri, sistemi ayakta
tutanları hiçe dönüştürdü. Bu ve benzeri olaylar da buna bağlı olarak geometrik
artış gösterdi. Bu olayda genç hekimi ölümle-yaşam arasındaki ince çizgiye
sürükleyen kişi edinilen bilgilere göre suç kaydı olan bir kişilik. Bir hafta
önce de benzer istekle aynı yere başvurmuş. Tıbbi gerekçesi olmayan ilâç
yazdırma isteği geri çevrilmiş. Bu kez saldırı amacıyla gelmiş.Hastaneye elinde
kesici aletle girmekte güçlük yaşamamış. Yetmemiş! Birkaç odada hedefindeki hekimi aramış.
Bulduğu anda da ölümcül saldırısını gerçekleştirmekte ikileme düşmemiş.
Türkiye’de ticari kuruluşların rehberi olan “koşulsuz müşteri memnuniyeti” ilkesi
sağlık ortamının da ezberine dönüşmüş durumdadır. Oysa, gözden kaçırılan ya da
görmezden gelinen durum tıp mesleğinin aynı zamanda akılcı, bilimsel ve
insancıl bir sanat olduğudur.
Kayıtsız, koşulsuz memnuniyet salt mal ve hizmet alım satımı
yapılan kurumların ilkesi olabilir. Hiç kuşkusuz hastalar ve yakınları her
dediklerinin gerçekleşmesini, her istediklerinin yerine getirilmesini isterler.
Ne yazık ki, ülkemizde yerleşikleştirilen sağlık hizmeti sunumu anlayışıyla bu
beklenti olağanlaştırılmıştır. Akıl ve bilim süzgecinin her geçen gün bir
kenara bırakıldığı koşullarda ortamda yaratılan dağ gibi işyükü tıp sanatının
insancıl yanını da fazlasıyla aşındırmıştır.
Bu akıldışı anlayışa sağlıktan parsa toplamaya doymayan
siyasetin düzeysiz ve hedef gösterici söylemleri eklendiğinde şifa dağıtan ve
yaşam kurtaran hekimler ve sağlık çalışanları sağlık ortamının özneleri değil
de sıradan nesneleri gibi algılanır olmuşlardır.
Bu koşullanma ortamında “sen
nasıl olur da benim isteğimi karşılamazsın?” diye söylenen öfkeli
kişilikler sesleriyle, sözleriyle, yumrukları ve tekme-tokatlarıyla ortamdaki
baskıyı yoğunlaştırmışlar ve deyim yerindeyse hekim-hasta ilişkisindeki denge
hekimlerin zararına olacak şekilde bozulmuştur. Akılcı, bilimsel ve toplumcu
gerekçelere dayanan uygulamalar yerini kaba güce ve dayatmaya bırakmıştır.
Bunun da yetmediği yerde yaşamsal tehlikeye yol açan ve hatta kimi zaman ölüme
neden olan utanç verici silahlı saldırılar ortamın sıradan gerçekleri olmuştur.
Sağlıkta Dönüşüm programı hiç kuşkusuz önde gelen sorumludur.
O dayatmayı ortama sunan siyasileri eleştiri oklarından bağışık tutamayız
elbette! Ama, önünde sonunda bu yoldan çözüm için siyaset oyuncusu olmak
gerekir. Hekimlerin ve sağlık ortamının diğer öznelerinin bu alanda söz sahibi
olması pek de olası bir seçenek gibi görünmemektedir.
Bu ve benzeri saldırılardan hemen sonra gündeme getirilen,
izleyen günlerde sönüp giden “yasal
düzenleme istekleri” de bir ölçüde çözüme katkıda bulunabilir. Ancak,
hiçbir şekilde köktenci çözüm olarak da algılanmamalıdırlar.
Çaresiz miyiz?
Yoksa çare biz miyiz?
Çare bu saldırılarla karşılaşanlardadır!
Ödünsüz ve kararlı bir mücadeledir gereken!
Bu mücadeleye elbette bireyler katılacaktır.
Ama, bu noktada güçlü, güvenilir bir meslek örgütü ile
sendikaların varlığı da göz ardı edilemez.
Hekimlerin meslek örgütü olarak tabip odaları ile çatı
örgütü TTB ve işkolunda etkin kimi sendikaların başka sularda gezinmeyi bırakıp
bu yaşamsal soruna odaklanması olmazsa olmaz koşuldur.
Siyasetin dipsiz kuyusunda debelenmek yerine varlık nedenine odaklanmak bu kurumların kaçınamayacağı önceliktir.