Sanatın doğuşunda ağrının rolü

Prof.  Dr. Okan BÖLÜKBAŞI

“…konuşmaya
devam ettiği sırada cebinden küçük bir çakı çıkardı, küçük bıçağını açtı ve
uyluk kemiğini görebileceğim şekilde sandalyesini öne çekti. Sonra, noktayı son
derece dikkatlice seçerek bıçağı bacağına sokup çıkardı…”Kuşkusuz bunu daha
önceden de görmüşsündür. İğne başı kadarcık bile acımıyor. Ama bu neyi gösterir
ki ağrı çekme yeteneğinin kasta yer almasına gerek yoktur, oraya da konmamıştır
zaten; deride birazcık olmalıdır ve uyluğun üzerinde şurada, burada sadece bir
nokta acı çekme yeteneğine sahiptir. Ağrı, sadece bizi uyarıp harekete
geçirmeye yarayan kendimize özgü tıbbi danışmanımızdır. Ne canlı et dokuları
ağrı duyar, ne bütün sinirler, ne de hatta duyu sinirleri. Optik sinirleri
yaralarsan gördüğün sadece ışık parıltıları olur… tıpkı işitme ile ilgili
sinirlerde bir hastalığın sadece kulaklarımızda bir vızıltıya yol açması gibi.
Bitkiler acı çekmez; daha alt düzeydeki hayvanlar da öyle. Deniz yıldızı,
kerevit gibi hayvanların hiç ağrı çekmiyor olması mümkündür. Sonra insanlar
sözkonusu olduğunda gittikçe daha akıllı hale geldikleri sürece, kendi
iyiliklerini daha akıllıca görebilecekler ve onları tehlikeden uzak tutmak
dürtüsüne daha da az ihtiyaç duymaya başlayacaklardır. Daha evrimin er geç
ortadan kaldırmamış olduğu gereksiz bir şeyin olduğunu hiç duymadım. Sen duydun
mu? Ve ağrı gittikçe gereksiz bir hale geliyor.”…erkekler ve kadınların zevk ve
ağrı üzerine kurdukları bu Pazar…onların üzerindeki hayvan
damgasıdır…kendisinden geldikleri hayvanın onlar üzerindeki damgası. Ağrı !
Zevk ve ağrı, bunlar sadece toz toprak içinde yuvarlandığımız sürece işimize
yararlar…”

Wells
HG. Doktor Moreau’nun Adası

Eksantrik bir zoolog olan Wells, kitaplarını sadece
eğlence için yazmamıştı. Kitaplarında, daha derin düşüncelerin izleri vardır. Yukarıda
alıntılanan eserinde Wells, metaforik bir konu ve kurgu sayesinde, insanın ne
olduğunu ve hayvanla insanı ayıran ince sınırı tartışır. İnsan nedir ya da onu
insan yapan nedir ?  Bu ve benzeri
soruların işlendiği koca bir edebi birikime sahibiz.  Tarkovski’nin kült filmi Solaris’i ele
alalım. Stanislav Lem’in romanını sinemaya uyarlayan Tarkovski, bir bilim kurgu
eseri gibi gözüken konuyu,  insanın iç
dünyasına , en derin sırlarına yolculuk olarak işlemiştir. Solaris, kişinin en
mahrem duygularıyla, onların kaynağıyla baş etme meselesini işler. “Acı
çekiyorsa, canlıdır ve gerçektir” genellemesinin bir saçmalık olduğu ima eder.
Dünya, bizim onu gördüğümüz gibi midir ? Gerçek nedir ? Gerçekten de eğer
düşünüyor isek; ancak o zaman mı, varız (Descartes’ın cogito ergo sum’u). Davranışlarımızı
belirleyen unsurların nasıl düzenlendiği, bir sır olarak kalmayı
sürdürmektedir. Organizmanın, dış dünya ile ilişkilerini düzenleyen en
temel  dizgeler olan “haz ve acı”
düzenekleri, en ilkel canlılarda bile bulunmaktadır. Bunun için bir beyne bile
gereksinim yoktur. Ancak sinir sistemi geliştikçe ve karmaşıklaştıkça, zihin
ile beden arasındaki ayrım silikleşmekte; 
duygu, düşünce ve davranışları belirleyen “derin güdüler”  (Ağrıdan kaçınma gibi) daha da derinlere inmekte
ve yoğun biçimde maskelenmektedir. Böylelikle karmaşık yüksek serebral
işlevlerin altında ne gibi süreçlerin rol oynadığını bulmak neredeyse
imkansızdır.  Dünya üzerinde, insanlar
için en sık acı ve maluliyete yol açan tıbbi neden, ağrıdır. Ağrı, türlerin
gelişimini biçimlendirmiştir.  Eğer ağrı
duyumu olmasaydı, insanların da dahil olduğu dünya faunasındaki canlıların
görünümü, bugünkinden çok farklı olurdu. Tarih boyunca, tüm kültürlere ait
kayıtlarda mutlaka ağrı kavramına ilişkin bilgiler vardır. Tarih, ağrı çeken
askerlerin, kahramanların, azizlerin, bilginlerin ve sıradan insanların
hatıraları ile doludur. Antik dönem insan mumyaları ve iskelet kalıntılarında,
kronik ağrı ve eğer uygulandı ise tedaviye ilişkin çok sayıda kanıt
saptanmıştır.

Muhtemelen tarihin bilinebilen en eski meslekleri,
kutsal metinlerde de sık sık rastladığımız, askerlik rahiplik, doktorluk ve
fahişeliktir.  İşte bu ilk doktoru (Şaman
ya da büyücü de diyebiliriz)  yaratan en
önemli nedenlerden biri, acilen dindirilmesi gerekli ağrı duyumu olabilir.
Mesleki cedlerimizin en önemli sorunu, bugünde devam eden, kronik ağrının
dindirilmesi meselesi olmuştur. Ortaçağın ünlü darbımeseli, günümüz doktorunun
kulaklarında çınlar durur; “ Cedere dolorem, opus divininum artem”, ağrıyı dindirme
becerisi, ilahi bir sanat eseridir.

            Antik tıp, hurafeler ve masallarla karışık sihirsel bir bilgiler manzumesiydi. Ağrıyı yaratan düzeneklerin açıklanması için sihirli sıvılar ya da kötü ruhlardan yararlanılırdı. Ancak akupunktur gibi, bugün de kullanılan ve etkili olabilen bazı tedavi biçimlerinin eski dönemlerden aynen devraldığımız bir miras olması ilginçtir. Vücudun belli noktalarına uygulanan basıncın ağrıyı dindirebildiği, antik dönemlerde gayet iyi bilinmekteydi. Eski Çin tıbbı, akupunkturun etkisini bu basınç ya da iğne deliklerinin kötü ruhları çıkarmasına bağlıyordu. Sonradan bu inanışlar, yerini, doğu felsefesinin temel görüşü olan “Ying Yang” kanununa bıraktı. Ünlü tıp kitabı Huang Te Nei Chin’e göre, Ying pasif, Yang aktif güçleri temsil ediyordu.  Bu güçler, vücutta bir enerji dengesi (Chi) halinde ondört meridyende dolaşırdı. İşte akupunktur, dolanım kanallarındaki aşırılıkları ya da dengesizlikleri bertaraf ediyordu. Bu dönemde Mısır, Hint ve  Grek tıbbının da ilginç tedavi uygulamaları vardı. Eski Türk tıbbını Çin tıbbından ayırmak, tarihsel nedenlerle mümkün değil, ikisi de aynı (Terimleri de dahil) gözükmektedir. Anadolu tıbbında, halen, işte bu Eski Türk tıp uygulamalarının etkisi görülmektedir. Troya destanında ozan Homeros, doktor Patroklos’un afyon tedavisinden bahseder. Ağrıyı dindirmek için ellerindeki en önemli  tedavinin bu olduğunu anlıyoruz.  Ağrı ile sinir sistemi arasındaki ilişkiye dair müspet (Positivist) Grek bilimcilerinin bir hayli açıklaması vardır. İlk kez Milet’li (Söke)  Pitagoras’ın öğrencisi Alkimeon, ruhun kalpte değil beyinde olduğunu söyledi (İÖ: 566). Tralleis’li (Aydın)  Anaksagoras, tüm duyuların bir biçimde ağrı ile ilişkili olduğunu yazdı. İstanköy’lü Hipokrates, dört temel sıvı arasındaki dengesizlik ağrıya yol açar diyordu.  Burada ilginç bir nokta var, dikkatle incelendiğinde Hipokrat’ın bu sıvılar kuramının, bugün bile, tüm nörolojik sorunları açıklayabildiği hayretle görülür. Hipokratik tıp görüşünde hastalık bölgesel bir olay değildir. Vücutta bulunan dört sıvının etkileşimindeki bir dengesizlik, insanı bir bütün olarak etkileyen hastalıklara neden olur.  Hipokrat’da ruhun oturduğu yer olarak kalbi değil beyni göstermiştir. Aristo’nun hocası Platon, ağrının sadece uç nokta alıngaçları ile algılanmadığı, emosyonel dengesizliklerin karaciğer ve kalpte ağrı algılanmasına yol açan “atomları” uyardığı (Atomların dengesizliği; dört sıvı arasında dengenin bozulması-DYSCRASIA) fikrini ileri sürmekteydi. Aristo ve Empodokles’de benzer görüşleri sürdürdü.  Platon, “Mutluluk, ağrısız olmaktır” diyordu. Aristo, meşhur eserleri Peri Psike (Ruh Üzerine), Peri Zoon Kinesios (Hayvanların Hareketi üzerine) ve İ Etika Nikomei (Nikomakos’a Ahlak) da, dokunma ile ağrı ilişkisini vurgulamıştır. Ancak kalbe gelen “Vital Isı” nın ağrıya neden olabileceği gibi garip görüşleri de ileri sürmüştür. Herophilus ve Erasistratos gibi İskenderiye’li filozoflar, ilk kez sinir sisteminin iki önemli bileşenini tanımladılar; motor (Hareket ile ilgili olan) ve duyusal kısımlar (1). Ancak sanat ve edebiyatta ağrının/acının merkezi olarak çoğu zaman kalp gösterilir. “Kalp ağrısı ya da acısı”, A. Gide’e dini taassubun  neden olduğu dindirilemeyen aşk acısını konu alan “Dar Kapı” (La Porte Etroite) isimli romanı yazdırmıştır. Kardeşinin bir haksız suçlama ile öldürülmesine şahit olan Meşa Selimoviç, bu büyük acıyı yüreğinde taşımış ve en sonunda alegorik olarak bu olayı anlattığı “Derviş ve Ölüm” ü yazarak bir ölçüde acısını dindirmeye çalışmıştır. Beyin, zaman zaman maddi acı ile manevi acıyı ayıramaz. Bu durumun beden üzerindeki sonuçları da birbirinden farksız olabilir.  Birisinin kötü bir biçimde yaralandığı bir kaza size anlatıldı diyelim. O kişinin çektiği acı zihninizde canlanır. Sanki kurban sizmişsiniz gibi hissedebilirsiniz. Bu bir tür “empatik” ağrı duyumudur. İnsanların ve maymunların frontal korteksindeki “ayna nöronları” bu duyumdan sorumludur (2). Başka bir canlının çektiği acılar ya da işkencelere seyirci kalmak, zihni aynı şeklilde etkileyebilir. Bu acıyı ruhunda hisseden kişide, gerçekte acıya maruz kalan kişideki bedensel değişimlerin aynısı ya da benzerleri bile gözlenebilir. Avrupa Ortaçağ sanatının erken dönemi, büyük ölçüde Hz. İsa’nın çektiği acılar, çileler üzerinedir. Özellikle çarmıha gerilmeden önce gördüğü işkenceler ve çarmıhta yaşadıkları, heykel, resim ve edebiyata sık sık konu edilmiştir. Bazı münzeviler ve keşişlerde de Hz. İsa’nınkine benzer yaraların çıkması, bu şekilde (Empatik Acı) izah edilmeye çalışılmıştır. Din, her zaman sanatın kökeninde olmuştur. Helenistik mermer sanatı, dönemin dinsel inanışlarını yansıtır. Apollon ile Marsyas arasındaki müzik yarışması ve sonucunda Apollon’un Marsyas’ı bir ağaca kollarından asarak canlı canlı derisini yüzmesi, bir Frig efsanesidir. Konu, Helenistik dönem heykel sanatında bolca işlenmiştir. Afrodisyas’da bulunan bir yontuda, Marsyas’ın yüzündeki dehşet, korku ve acı, hayranlık uyandırıcı bir biçimde mermere işlenmiştir (Resim-1). Sufiler (Örneğin Mevlana, ağrı ve acıyı, kişiliği geliştiren ilahi bir hediye olarak görmüşlerdir. Bu ilahi görevin kabulü ve giderilmesi için uygun yol arayışı, önerilen davranış biçimidir. Ortaçağ’da bazı Hıristiyan ekolleri ise tedavi kısmını tanrısal iradeye aykırı olabileceği gerekçesi ile kesinlikle reddetmiş, İsa’nın çektiği acılarla bütünleşmek adına tedavi arayışı yasaklanmıştır.


Resim-1: Apollon tarafından derisi yüzülen Marsyas’ın yüzündeki acı. Apollon sağda ve arkası dönük biçimde görülüyor. Geyre, Afrodisyas, yazar tarafından çekilen fotograf.

Jung, sanatçıdaki yaratma işlevini
şu şekilde yorumluyor; yaratıcı süreç, anaç, dişi bir niteliktir ve
yaratıcılık, bilinçdışının derinliklerinden gelir. Ego, zeminin altındaki bir
akım tarafından süpürülen; olayların seyrini izleyen çaresiz bir seyirciden
başka bir şey değildir. Yapılan işin seyri, onun ruhsal durumunu ele
geçirir  ve şairin kaderi olur . Faust’u
yaratan Goethe değildir, Goethe, Faust tarafından yaratılmıştır. Peki Faust
nedir ? Faust, esasında bir semboldür (3). Tolstoy’a göre gerçekte
ya da düşleminde; acı (Ağrı), korku, haz,  güzellik gibi duygular yaşayan birinin, bu
duygularını başkalarının da yaşaması için tuvale ya da mermere yansıtması
sanattır… yaratıcının duygusu izleyiciye, dinleyiciye geçtiği anda sanatla
karşı karşıyayız demektir. Sanat, hayat için zorunlu olan, tek bir insanın ve
bütün bir insanlığın esenliğe yürüyüşü için zorunlu olan, insanları aynı
duygular çevresinde birleştiren ilişkiler ortamıdır. Sözcüklerle aktarılan
düşünceleri anlama ve kendi düşüncelerini başkalarına aktarabilme yeteneği
olmasaydı insanın hayvandan farkı olmazdı.(4)

Acıklı gerçek ise insanların yaşamının gece ve gündüz, doğum ve ölüm, mutlıuluk ve sefalet, iyi ve kötü gibi uzlaşmaz karşıtlıkların karmaşık bir kompleksinden ibaret olduğudur. Üstelik bunlardan herhangi birinin günün birinde karşıtına galip gelip gelmeyeceğini de bilemiyoruz. İyinin kötüye, sevincin acıya galip geleceğinden emin değiliz. Yaşam bir savaş alanıdır, öyle de kalacaktır; öyle olmasaydı, hiçbir şey varlığını sürdüremezdi (5). Umutsuz bir durumla karşı karşıya gelsek de, değiştirilemeyecek bir kötü kaderle yüzyüze gelsek bile; yaşamda bir anlam vardır. İnsan, bunu bulmak zorundadır. Böylece acı çekmek, yaşamın anlamını anlamaya yönelik bir yolculuk olarak ortaya çıkar. Kişisel bir trajediyi zafere dönüştürmek, insana has bir eşsiz özelliktir. Ancak gereksiz yere acı çekmek, kahramanca değil  mazoşistçe bir tutumdur (6).

KAYNAKLAR

  1. Bölükbaşı O: Nöropatik ağrının
    tarihi, kısa bir bakış. Sendrom, 20; 2008; 4-9.
  2. Damasio A: Looking for Spinosa, Joy,
    Sorrow and  the Feeling Brain. Vintage
    2004, p28-34.
  3. Jung
    CG: Psychology and the Literature. The Spirit in Man, Art and Literature.  Collected Works of CG Jung, Vol. 15,
    Princeton University Press, 1978, p42-45.
  4. Tolstoy
    LN: Sanat Nedir ? İstanbul, İş-Kültür Yayınları, 2007, p12-66
  5. Jung
    CG: İnsan ve Sembolleri. İstanbul, Okuyanus, 2007, p54-56.
  6. Frankl VE: İnsanın Anlam Arayışı. Ankara,
    Edesos, 1991, 88.

Yeni yorum ekle

Bu alanın içeriği gizlenecek, genel görünümde yer almayacaktır.

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.