Muayenehanenin tarihsel kökeni

Preamia cum poscit medicus, Sathan est (1)

Bursa Tıp Fakültesi’nde öğrenci iken yaz tatillerinde yaşlı bir doktorun yanında çalışırdım. Muayenehanesi her zaman kalabalık olurdu. Göğüs, dahiliye ve anestezi ihtisasları yapmış, hayatının büyük bir kısmı yabancı ülke hastanelerinde geçmiş dolu bir insandı. Yalnız yaşadığından hastaları onu hayata bağlayan yegâne şeydi. Çok düşük ücretlere çalışır, fakirlerden para almazdı. Orada neler neler görmüştüm; nörofibromatozlar, Addison’lar, tüberküloz, hatta tifo…Onun muayenehanesi, sıradan insanların önyargılarının aksine bir ticarethane değil bir şifa yurdu, eğitim yeri ve bir kütüphane idi. 

 HEKİM VE MUAYENEHANESİ

Muayenehanelere yönelik tepkinin altında  bir ticarethane gibi kullanılmaları şeklindeki kötü örneklerin etkisi olduğu su götürmez. Müteahhit ya da bakkal olsanız sorun değil, ama halk, doktorların gelirleri konusunda aşırı hassastır. Bilgi toplumu olmadığımızdan, bilgisinin sayesinde geçimini temin eden doktor, yani yegâne sermayesi bilgisi/tıp sanatı olan doktorun hakkını istemesi daima fazla bulunma riskini taşıyor. İki büyük dünya harbi arasında, Paris’in kenar mahallerinden birinde,  fakir bir doktor/yazar olan Celine bu durumu mükemmel biçimde açıklamıştı;

Hastalarım oluyordu ama aralarında muayene ücretini ödeyebilecek durumda olan ya da ödemeyi kabul eden pek yoktu. Tıp nankördür. Zenginler size ödemeyi yaptıklarında, hizmetçi yerine konmuş olurken, aynı şeyi fakirler yaptığında hırsız olarak damgalanırsınız.” (2)

 Her şeyin mala dönüştürüldüğü tüketim toplumunda, bu önyargının şirketleşmeler sayesinde altedilmesi, sağlığın bir tüketim malına dönüştürülmesi, halkın cehalet ve korkularınının devamlı kullanılarak/körüklenerek muazzam bir sektör yaratması mümkün olmuştur. Örnek mi ? Kemik erimesi ya da “Anti-Aging” pazarı saçmalığına bakın. İleri pazarlama teknikleri, sektörde müşterisini yaratmıştır. Bu oyunda bir birey olarak doktorun rolü yoktur, sisteme entegre olduğu sürece kendisine figüran roller verilecek ve giderek patronun arzusuna göre kalem oynatan bir “teknisyen” e dönüşecektir. Bugün olup bitenler bir çok ülkede başarıyla tezgahlanmış bu oyunu andırmaktadır.

Doktor ve hasta arasındaki ilişki, Borçlar Kanunu hükümlerine göre taraflara sorumluluklar yükleyen bir sözleşmedir (3). Teknik olarak doktorların muayenehane açma hakkı vardır (4). Muayenehane geleneksel bir kurumdur ve sanıldığı gibi her doktorun  sevdiği bir şey değildir. Hastalar da doktorları ile uygun bir sürenin ayrıldığı, rahatlatıcı bir ortamda ve karşılıklı güvene dayalı bir ilişki kurmayı arzu ederler. Hastane randevuları bu ihtiyaca cevap verebilir mi? Mümkün ama zor. Muayenehaneler ticarethane, üniversiteler de bilim yuvası mı ? Yanlış. Bu genellemeler ülkemiz için anlamsızdır. Adı bir hastalığa verilmiş nadir Türk’lerden Hulusi Behçet, çalışmalarını Nişantaşı’ndaki muayenehanesinde yapardı. Üniversite Reformu (1933) ile yapılan ricaları kırmayarak Tıp Fakültesi’ne geçti. 

Muayenehaneler aslında doktorların sığınaklarıdır.

BATIDA DOKTOR VE MUAYENEHANE   

Pozitivizmin doktor üstatlarından  Mettrie, tıp okuluna gitmek için babasını 1725’de şöyle ikna etmişti: Ortalama bir doktorun tedaviden elde ettiği gelir, iyi bir papazın günah çıkarmadan elde ettiğine kıyasla daha iyi !. Mettrie şarlatanlara ve rahiplere saldırdığından kalan hayatı sürgünlerde geçti (5)

Bir başka doktor ise konu ile ilgili olarak şunları söylüyor:

“…Burjuva düzenine göre yaşamak ve para kazanmak, hekimin bedenen ve zihnen rahat olmasının tek garantisidir. En büyük tehlike de, mesleğin monotonluğudur. Tekdüzelik, hekimin zekâsını tehdit eder. Aynı şeyleri tekrar tekrar söylemek, sürekli aynı şeyleri yapmak, onu bir parodoksa sürükler; ün ve servet gibi çeşitli burjuva değerlerine bağlanmış olsa bile, mesleğini icra ederken bir yandan hayatının, an be an akıp gidişini, en değerli zamanlarının uçup gidişini seyretmek zorunda kalır. Bu varoluşsal sıkıntılar hekimler için oldukça zararlıdır; bilimden uzaklaşmalarına, araştırmacı ruhlarını yitirmelerine neden olur. Yorgunluktan bitap düşen, para sıkıntılarına kafa yormak zorunda kalan, vergilerle boğuşan hekimlerin çoğu, okul yıllarındaki başarılarına perdeyi çekip, bilgiyi sadece kişisel deneyimleri aracılığı ile kazanırlar, araştırma yapmaya halleri kalmaz, vakit bulamazlar…sağlık bilimlerinin gelişmesinde ilerlemenin kaçınılmaz olduğu çağımızda, ister köy hekimi olsun ister ünvan sahibi zengin/ünlü bir hekim, hekimlerimiz araştırmacı kimliklerinden uzaklaşmış…laboratuvardaki araştırmacı bilim adamı ile aralarında bağ kalmamıştır, sadece onun keşiflerini uygulamakla yetinirler… “(6)

BİREYSEL TIP UYGULAMASININ ( SOLO PRACTICE) ÖNLENEMEZ DÜŞÜŞÜ

Tarihsel süreç, tüm ülkelerde muayenehanedeki vakur, bilge hekimin aleyhinde işlemektedir. Neden ? Çünkü tıp ve sağlığın bir tüketim malı olarak sunulmasını kolaylaştırılması gerekmektedir. Bu gerçekleri/dengeleri iyi incelemiş bir yazar bakın ne diyor; ..tıp, geçmişte insanları iki yoldan etkilerdi: Tedavisine çalışılacak olanlar ve diğerleri ( Yani, cüzamlılar, sakatlar, hilkat garibeleri ve ölmekte olanlar gibi, tedavisi imkansız dertlerden mustarip kişiler). Teşhis, her iki durumda da, insanlara damgayı basabilirdi. “Tıbbi koruma”, şimdi bir üçüncü yol daha yarattı ve böylece hekimi, mayasından ötürü sağlam kalmış bir insanı kehanetiyle sakatlayabilecek bir büyücüye dönüştürdü. Teşhis, kötü genler taşıyan bir insanoğlunu doğmaktan, bir diğerini terfiden, bir ötekini de politik yaşamdan alıkoyabilir. Kitlesel sağlık riski avı, bunun için gerekli özel profilaksileri yakalamak üzere tasarlanmış bir ağ ile başlar: Doğum öncesi tıbbi muayeneler; bebekler için çocuk sağlığı klinikleri; okul ve kamp check-up ları, parası önceden ödenmiş tıbbi planlar. Bunlara son olarak genetik ve kan basıncı ile ilgili “danışma” servisleri de eklenmiştir (7).

ÜNİVERSİTELERDE DURUM

Memleket üniversitelerindeki vaziyeti  Demokrat Parti sözcüsü, saygın tarihçi profesör Fuat Köprülü, 1946’da şöyle özetlemişti ;

Kendi kendini idare edemeyen hocalarını kendisi seçemeyen, en ufak hareketini bile iktidar mevkiindeki hükumetlerin keyf ve arzusuna uydurmaya çalışan bir üniversite, bilim ocağı sayılamaz. O zaman üniversite kürsülerine ehliyet sahibi, özgür düşünceli insanlar yerine, fena ruhlu, kudretsiz zavallılar, şarlatan ve dalkavuklar geçer” (8) 

Saygın anayasa hukukçularımızdan biri de şunları söylüyor:

Bizi yola getirecek yöntemlere ve yermelere muhtacız. Bana öyle geliyor ki biz profesörler, içimizde hiç kuşkusuz iyilerimiz olmakla beraber çoğumuz yetersiz, dahası ortaçağ üniversitelerinde hademelik yapamayacak kertede kimseleriz”.(9) Anadolu’da yeni kurulan üniversitelerin bazılarında, olanaklarına oranla yapılan araştırma çalışmaları, büyük kentlerdeki üniversiteleri geride bırakmaya başlamıştır. Artık büyük kent üniversitesinin büyüklüğü, öğrenci sayısı ya da bütçe büyüklüğünün ötesine geçememektedir. Ankara’daki bir büyük üniversiteden emekli felsefe hocası yıllarını verdiği üniversitedeki durumu ümitsizce yazıyor:

çevresinin değerli olması gerektiğine inanmıştık.

Oysa bu ne kadar çocukça bir düşünceydi ! Her  toplumun vardığı kültür ve uygarlık düzeyinin o toplumun bütün uğraş alanlarında üç aşağı beş yukarı aynı olacağını nasıl da düşünememiştik….birçok adam kaliteye hemen hemen hayatın hiçbir alanında değer vermeyen toplumda , bu toplumun ayrılmaz bir parçası olan üniversiteye şu veya bu şekilde dolmuştu. Ama bunlardan pek azı bilim aşkıyla doluydu, üstelik bu aşkla yola çıkanlardan bir kısmı bile bilimin gerektirdiği entelektüel donanımdan ve fikir disiplininden yoksundu…üniversiteye salt kolay yoldan şan ve şöhret sahibi olmak umuduyla kapağı atmışlardı…(10). Benzer eleştirileri bir diğer ünlü Hoca, bir cerrahi profesörü, İstanbul’daki tıp fakülteleri için yapıyor: “Tıp Fakültesi Birinci Cerrahi Kliniği’ndeki öteki öğretim üyelerinin çoğu gibi ben de part-time çalışıyordum. Tam gün statüsünde olanların ise sabah sekizden öğleden sonra üçe kadar çalışmaları gerekiyordu. Tam gün çalışanların maaşı daha yüksekti (Aslında bu da yeterli değildi). Part-time çalışanların muayenehane açmaları, özel hastanelerde para karşılığı ameliyat yapmaları serbestti…tabii üçten sonra…Doğrusu bu koşullara pek bağlı kalmazdık. Bazı sabahlar özel hastanelerden birinde ameliyat yaptıktan sonra kliniğe saat 10’da 11’de geldiğimiz olurdu. Öğlen yemeğinden hemen sonra ayrılarak muayenehanemize gittiğimiz günler de olurdu. Hocalarımızdan böyle görmüştük, böyle gelmiş böyle gidiyordu…Öte yandan tam gün çalışanlar da melâike değildi…öğretim üyelerinin sayısı gerekenden fazla olduğundan hepsine hergün ameliyat yoktu. Öğlen uykusuna yatanlar, odadan odaya geçerek birbirlerini ziyaret edenler, çaylar, kahveler, yak bir sigara daha…Yine de vakit geçmezdi. Bilimsel eserler ya da roman filan okumak adetleri değildi; zaten okumak isteyene de rahat vermezlerdi (11)

Para ve özel muayene denince akla hep doktorlar gelir, peki ya diğer fakülteler ? Onların okul dışı kazançları yok mu?. Yaz aylarında tıp dışı bir Fakülteyi görmeye gidin, bakalım kaç hocayı işi ile ilgili bir faaliyet içinde ( Eğer fakültede bulabilirseniz  !) göreceksiniz. Öğretim üyeleri zamanlarının ne kadarını özel hizmete ayırabilirler ? Kimler özel muayene yapabilir ? Ya da özel danışmanlık yapabilir veya özel kuruluşlara mesleki rapor hazırlayabilir ?. Hoca hem ders verip, hem vizit yapıp, hem bilimsel araştırmalara katılıp, hem kongrelere gidip ve hem de bir muayenehane çalıştırıyorsa kendisinden hangi işinde ve ne ölçüde bir verim beklenebilir ? Ciddi bilim kurumlarında bir öğretim üyesinin ders verme ehliyeti kazanması , çok zor elde edilebilen çok şerefli bir mevkidir. Biz de ise bir asistana rahatlıkla havale ediverenler vardır. Bunlar bilim çevreleri ve medyada itibar görürler. Halk bu gibileri baş tacı eder. Bu manzaralar tabii ki bilgi toplumu olamamış, sanayi devrimini yapamamış ülkelere has görüntülerdir. Bu kurumlara üniversite, yukarıda anlatılan öğretim üyesi tiplerine de “Hoca” denilebilir mi ? Ancak suç sadece bu insanlarda mı ?

Prof. Dr. Okan BÖLÜKBAŞI

KAYNAKLAR VE NOTLAR

1- Ortaçağda kullanılan Latince bir özdeyiş: Doktoru hediyeye alıştırırsanız onu şeytan yaparsınız !

2- Louis Ferdinand Celine: Le Voyage au Bout de la Nuit. Gallimard, 1981.

3- Mehmet Ayan: Tıbbi Müdehalelerden Doğan Hukuki Sorumluluk. Kazancı, Ankara, 1991.

4- Tababet ve Şuabatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun; 11. 4. 1928: Sa.1211.

5- Julien Offray de la Mettrie: İnsan, Bir Makina. Çev. Bayramoğlu S. Süreç, 1985, İstanbul.

6- Jean Reverzy. Hekim ve Para. Iaian Bamforth(Der.): Kütüphanedeki Beden. Kovulmaz B (Çev.) Agora, İstanbul, 2004.  

7- Ivan Illich: Sağlığın Gaspı. Ayrıntı, İstanbul, 1995.

8- Tahir Hatiboğlu: Yökoloji, Ders Kitabı, Selvi, 2000

9- İlhan Arsel, Biz Profesörler. Kaynak, İstanbul.

10- Hüseyin Batuhan, İspanya’da Bir Şato, Bulut, 2002 

11- Fikri Alican; Koca Meşe’nin Gölgesi, Doğan, İstanbul, 2000).

Yeni yorum ekle

Bu alanın içeriği gizlenecek, genel görünümde yer almayacaktır.

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.