Soner Yalçın'ın 'homeopati' iddiaları uydurmadır

Soner Yalçın’ın “Kara Kutu” kitabının özü şu: “Homeopatik Tıp” toplum ve insan sağlığının  kurtuluş seçeneğiydi. Homeopatik tıp, endüstriyel tıp (Rockefeller tıbbı!) gibi kâr ve kazanç peşinde koşmuyordu, toplumcu, koruyucu, önleyici, tamamlayıcı  ve insancıl (hümanist) bir bakış açısı vardı. Ancak, para hırsıyla gözü dönmüş hekimler, eczacılar ve ilaç şirketleri Rockefeller’in desteğiyle kendilerine tehdit olarak gördükleri homeopatik tıbbı ve homeopat hekimleri bir kaşık suda boğarak yok etti”

Yalçın,  “Homeopatik tıbbın öncüsü Alman C.F. Samuel Hahnemann’dan (1755-1843) uzun uzadıya söz ediyor kitabında. Hahnemann’ın 1796’da bir Alman tıp dergisinde yayınlanan homeopatik yaklaşım hakkında makalesi ve 1810’da yayınlanan “Akılcı Şifa Veren Sanat Örgütü” kitabıyla tamamlayıcı/alternatif tıp ekolünü yarattığını “Benzer benzeri tedavi eder, bir insanı hasta eden onu iyileştirir de! Yani aşıda uygulanan sistem! Yani benzerlerin yasası” Maya. Çin, Yunan, Amerikan yerlileri. Birçok kültür tarafından uygulandı  Dendi ki uygarlıktan önce insanların hastalıkları daha basitti: "endüstriyel tıp" kendi karmaşasını hastalıklar üzerinde uygulamaya başladı ve hastalık asıl seyrinden uzaklaştıBütünü dikkate almadan bölgesel semptomlara bakarak toksik ilaç kullanılması  vücuda baskı yaparak aslında hastalığı iyileştirmiyor, aksine sorunu daha derine itekleyerek ileri süreçte daha ciddi rahatsızlıklara neden oluyor. (s.40-41) diyor.

Yalçın’ın kitabındaki homeopati ile ilgili anlatımına geri dönelim. “Alman hekim Hahnemann’ın öğrencileri dünyanın dört bir yanına yayılıyor. Hollandalı homeopat Hans Gram ABD’ye göç etmeden kısa süre önce homeopati bu ülkede gelişiyor. Ardından 1844’te ABD’nin ilk ulusal tıp topluluğu olan Amerikan Homeopati Enstitüsü kuruluyor.  Ancak homeopatinin ABD’de hızla gelişip ilgi görmesi üzerine 1847’de homeopati girişimini yavaşlatmaya yeminli rakip bir “modern doktor” grubu oluşuyor, bu organizasyon kendilerine Amerikan Tabipler Birliği (AMA) adını veriyor. AMA üyesi doktorların homeopati ve homeopatlara karşı düşmanlığı o kadar güçlü ki homeopatiyi benimseyen tüm hekimlerin yerel tıbbi topluluklardan temizlenmesine karar veriyorlar. Bir seferde yalnızca tek ilacın kullanılması ve sadece sınırlı dozlarda reçete edilmesi taraftarı homeopat hekimlere, sadece para kazanma hırsı içindeki  AMA’ya bağlı endüstriyel hekimler değil, eczacılar ve ilaç şirketleri de karşı harekete geçiyor. Zira hepsi daha çok ilaç tükettirip daha çok para kazanmak peşinde..  (s.42-43)

Soner Yalçın’ın homepatik tıp ile ilgili iddialarının hiçbir iler tutar tarafı yok. Şimdi bunu belgeleriyle kanıtlayalım. Kaynak olarak “Karanlığa lanet okumaktansa bir mum yakmak yeğdir” özdeyişiyle (mottosuyla)toplumu aydınlatmayı görev edinmiş idelaist bir ekibin kurduğu “Yalansavar” sitesinden “Homeopati Masalıyla” ile ilgili Dr. Işıl Arıcan’ın“ Homeopati: Sulandırılmış Tıp” başlıklı çok kapsamlı bir derlemesini dikkatinize sunacağım. Dr. Arıcan ABD’de Stanford Üniversitesi Çocuk Hastanesi’nde Klinik Bilgi İşlem Direktörü. Gerek homeopati gerekse aşılar konusundaki çok kapsamlı araştırmaları ufuk açıcı nitelikte. Ekibin diğer üyeleri de  dünyanın dört bir yanına dağılmış, farklı uzmanlık ve ilgi alanlarından: Dr.  Arıcan’ın yanı sıra Serdar BaşeğmezKerem KaynarCüneyt ÖzdaşKaan Öztürk Ph.D. Tevfik Uyar,Dt. İlkay Uzun, Bahadır Ürkmez,Tuğsan TopçuoğluDr. Çağrı Yalgın, Ph.D. “Yalansavar” ekibinde toplumu aydınlatmak için canla başla çalışıyor.

Kara Kutu” kitabında olduğu gibi bilimsel dayanağı olmayan atış tutuşların, desteksiz sallamaların, dayanaksız iddiaların, sahte bilim (fake science) söylemlerinin panzehiri adeta bu sitedeki makaleler. Kara Kutu’da ballandıra ballandıra anlatılan homeopati şehir efsanesinin hazin sonunu merak ediyorsunuz değil mi?

O zaman Dr. Işıl Arıcan’ın homeopatik tıp ile ilgili çok kapsamlı derlemesindeki ( review) çarpıcı saptamalarına göz atalım:

Homeopati: Sulandırılmış Tıp

12 EYLÜL 2017,  İSİL_ARİCAN

image.png

İçinde hiç bir aktif madde olmamasına rağmen tedavi edici etkisi olduğu iddia edilen homeopati pazarı gün geçtikçe büyüyor.  

Gün geçmiyor ki popüler günlük gazetelerin pazar eklerinde röportaj sayfalarında homeopati uzmanı olduğunu iddia eden biri boy göstermesin. Hemen her gün, gerek gazetelerde, gerek ekranlarda  bu sansasyonel kişilerin kanserden Alzheimer hastalığına kadar, muhtelif çaresiz hastalıkları tedavi ettiklerini iddia eden programlar dinliyor, röportajlar okuyoruz. Son yıllarda artan doğallık akımının da etkisi ile birkaç yıl öncesine kadar ülkemizde pek kimsenin bilmediği homeopati uygulaması giderek daha popüler oluyor, art arda dernekler açılıyor, sertifikalar dağıtılıyor.

Peki ama bir şeyin popüler olması, onun geçerli olduğunu da gösteriyor mu? Elbetteki hayır. Bir argümanın doğruluğuna karar vermek için onu kaç kişinin savunduğuna değil, o argümanı destekleyen veri ve kanıtlara bakmak gerekir. Meşhur Fransız yazar Anatole France’ın da dediği gibi “Saçma bir şeyi elli kişi de söylese, o hâlâ saçma bir şeydir.” Bu nedenle bugün, bu yazımızda popülerlik argümanı dışında homeopatinin ne olduğundan, nasıl ortaya çıktığından ve temel ilkelerinden bahsedecek, homeopati savunucularının iddialarının ne kadar geçerli olduğunu irdelemeye çalışacağız.

Homeopatinin Kökenleri

Her ne kadar pek çok kişi homeopatinin doğuşunun antik çağlarda olduğunu sansa da, (Soner Yalçın’da Kara Kutu’da bunu iddia ediyor- s.41) bu uygulamanın ortaya çıktığı dönem 18. yüzyılın sonları. Homeopatinin bu dönemde kurucusu Dr. Samuel Hahnemann tarafından ortaya atılmasının ardında, o yıllardaki tıbbi uygulamaların da çok büyük etkisi var. 1700’lerin sonlarında, hekimler tarafından uygulanan tedavi yöntemlerinin modern tıpla hiçbir ilgisi yoktu. Henüz hastalık yapan mikro-organizmalar bilinmiyordu ve tıp bilimi kısmen gözlemler, kısmen ortaçağdan gelen batıl inanışlar, kısmen de antik çağ felsefesinden köken alan uygulamalardan oluşuyordu.  Doktorlar hastalıkların nedenini anlamıyorlar, nedenlerini anlayamadıkları için de hastalığı iyileştirmeye yönelik tedavi uygulayamıyor, onun yerine sülük, kan akıtma, hastaları kurşun, arsenik ve morfin içeren maddelerle tedavi etme yöntemini seçiyorlardı. Hastalara yapılan bu tip cesur girişimlerin çok revaçta olduğu bu döneme “Kamikaze Tıp Dönemi” de deniyor. Hekimlerin tüm hastalıkların dört vücut sıvısındaki dengesizlikten kaynaklandıklarını düşündükleri ve akıl almaz tedavi yöntemleri uyguladıkları bu kamikaze yıllarında, kimi zaman bir doktor tarafından tedavi edilmemiş olmak, kan kaybı, arsenik zehirlenmesi gibi nedenlerle hastanın ölmesini engellediği için, bazen doktora gitmeyen hastaların daha uzun yaşadığını söyleyebiliriz. “Hahnemann”, bu dönemde yaşayan humanist bir hekimdi. Meslektaşlarının bu risk alan davranışları onu ürküttü ve bir süre aktif doktorluktan uzaklaşarak sadece kimya ile ilgilendi. 1790’ların sonlarında mevcut tıp uygulamalarına alternatif bir uygulama arayışına girişti. Sağlıklı kişilerin kullanacağı ve onların hastalanmalarını önleyecek bir şurup arayışı içindeyken, sıtma tedavisinde kullanılan kinin maddesinin elde edildiği kına kına ağacı kabuğu çözeltisi içmeye başladı. İlacı kullandıktan bir süre sonra kendisinde sıtma hastalığına benzer semptomlar (üşüme, terleme) gözledi. Bu gözleminin ardından, o yıllarda tedavide kullanılan  ve bugün artık değil tedavide kullanılmasını, zararlı ve toksik olduğunu bildiğimiz başka maddelerle yaptığı denemelerde benzer sonuçlar elde etti. Bu gözlemlerini, kendince deneylerle sınamaya karar veren Hahnemann, bir grup sağlıklı insana o dönemde kullanılan bazı ilaçlardan verdi ve onların hissettikleri belirtileri kaydetmelerini istedi. Pek de sistematik ve kontrollü olduğunu söyleyemeyeceğimiz bu gözlemlerden elde ettiği veriler ışığında, Hahnemann homeopatinin temel prensiplerinden biri olan benzer benzeri iyileştirir” prensibini ortaya attı. Hahnemann’a göre, herhangi bir hastalığı iyileştirmek için, sağlıklı insanlarda o hastalığın temel belirtilerini ortaya çıkaran bir maddeyi ilaç yerine kullanmak yeterliydi.

Elbette, bu yöntemin çok ciddi bir sorunu vardı. Zira belirli hastalıkları iyileştirmesini umarak hastalarına vermek istediği maddeler kimi zaman oldukça zehirliydi. Örneğin yılan sokması sonucu zehirlenen hastanın yılan zehiri içmesini öneriyordu Hahnemann. Ya da veba belirtileri gösteren hastanın, vebalı bir başka hastanın yarasından alınmış iltihabı içmesi gerektiğini savunuyordu. Bu yeni bulduğu zaman zaman zehirli, zaman zaman da tiksinç olabilen tedavi yöntemini uygulanabilir kılmak için bir çözüm buldu: seyreltmek.



Seyreltme sayesinde hastaya verilmesi gereken ilaç oldukça sulandırılarak seyrek hale geliyor, zehirli maddeler zehirlerini, tiksinç maddeler de tiksinç görüntü ve tatlarını kaybediyordu. Bugün, belki bir kahve ile uykumuzun çok da kaçmadığını, ancak üç-dört kahve ile hem uykusuzluk hem de çarpıntı gibi kahvenin yan etkilerinden muzdarip olacağımızı hepimiz biliyoruz. O yıllarda sahip olduğu kimya ve tıp bilgisiyle, aslında seyrelen bir maddenin etkinliğinin azaldığını Hahnemann’da biliyordu. Ancak  bulduğu bu yönteme öylesine inandırmıştı ki kendini, elinde herhangi bir kanıt olmamasına rağmen seyreltilen maddenin etkinliğini azaltmak yerine aksine artırdığını iddia ettiği yeni bir fikir ortaya sürdü: çalkalamak. Hahneman’a göre iyice çalkalanan çözelti, çok ama çok seyrelse bile çalkalama sırasında mucizevi bir şekilde etkinliği artıyordu. Hahnemann, bulduğu bu yönteme 1807 yılında Yunanca’da benzer anlamına gelen homoios ve hem hastalık hem duygu anlamına gelen pathos kelimelerinden yola çıkarak Homeopathie (benzer duygu/hastalık yaratan) adını verdi. İzleyen yıllarda, temel rahatsızlıkları tedavi ettiğini öne sürdüğü 67 homeopatik çözeltiyi içeren Materia Medica Pura isimli bir kitap yazdı. Günümüzde, homepatik çözeltilerin sayısı artmış olsa da, pek çoğunun temelinde Hahnemann’ın yazdığı Materia Medica Pura  var. İlk çıktığı yıllarda hızlıca yayılan homeopati, popülerliğini eski Yunan tıbbından köken alan “Hastalıkların nedeni vücuttaki dört sıvının dengesizliğidir.” inancına borçlu. Bu dönemde tıbbın gelişmemiş olması, mikropların bilinmemesi ve molekül analizleri yapmak için ne yeterli fizik bilgisi ne de teknik imkanlar olması, Hahnemann’ın iddialarının eleştirilmeden kabul edilmesini sağladı. Homeopati, 1800’lerin sonuna dek popülerliğini korudu. Ancak 1800’lerin ortasında  Louis Pasteur’un çeşitli bulaşıcı hastalıklara karşı geliştirdiği aşılar ve zararlı mikroorganizamaları öldürmek için bulduğu pastörizasyon yöntemi, Robert Koch’un 1877’de önce şarbon bakterisini ardından da kolera, tifüs, difteri, veba, zatürre bakterilerini bulması, pekçok hastalığın etmeninin bakteri ve diğer mikroorganizmalar olduğunu anlamamızı sağladı. O zamana dek uygulanagelen kamikaze tıp, bu gelişmeler ışığında yeni bir çehreye büründü ve modern tıbbın temelleri atılmaya başladı. Hastalıkların nasıl oluştuğu ve olası tedavi yöntemleri hakkındaki bilgimiz artarken ne şekilde çalıştığına ilişkin herhangi bir mekanizma sunamadığı gibi gerçekten işe yaradığı da gösterilememiş homeopati gittikçe gözden düştü, unutulma noktasına geldi.

Evet, Dr. Işıl Arıcan’ın da altını çizdiği gibi homeopatik tıbbın gözden düşmesi, Kara Kutu’daki gözü paradan başka bir şey görmeyen endüstriyel tıbbın (Rockefeller tıbbı?), AMA hekimlerinin, eczacıların, ilaç şirketlerinin komplo tezgâhlarıyla değildi. Özellikle Pasteur ve Koch öncülüğünde ortaya çıkan tıp devriminin etkisiyle Kamikaze Tıp Dönemi rafa kaldırılıyordu. Zira artık hastalıkların tanısında, önlenmesinde ve tedavisinde kan çekme, sülük, hacamat, kurşun ve arsenik gibi zehirlerle tedavi edeyim derken ölüme yol açılması gibi abuk sabuk yöntemler uygulanmıyordu artık.  Elde edilen somut başarılar nedeniyle tıbbın bu karanlık çağı kapanıyor, çare doğal olarak gelişen modern tıp oluyordu. Çaresizlikten öne çıkan homeopatik tıp da bu süreçten nasibini alıyor ve yavaş yavaş tıp sahnesindeki rolünü yitiriyordu. 

Nazi Almanyası Döneminde Homeopati Yine Gözde Oluyor

Homeopatinin tekrar popülerlik kazanması Nazi Almanyası dönemine rastlıyor. Naziler, pek çok alan gibi, tıp alanında da Almanları yüceltecek yeni bir sistem bulma ve Almanya’da tıp alanındaki güçlü Yahudi egemenliğini yok etme hevesindeydiler. Çok geçmeden gene bir Alman tarafından icat edilen homeopatiyi anımsadılar. Hitler’e yakınlığı ile bilinen Rudolf Hesse, Almanya’da ilk homeopati hastanesinin açılmasına önayak oldu.

Dr. Işıl Arıcan’ın Nazi Almanyası döneminde homeopatinin gözde olmasına ilişkin saptaması çok çarpıcı. Oysa ki Kara Kutu’daki tuhaf iddialardan birisi de şu:   “Atatürk’ün yakın çalışma ve dava arkadaşı, dönemim Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip’in öncülüğünde gerçekleşen  Üniversite Reformu öncesinde Prof. Dr. Albert Malche’nin 1932’de verdiği Darülfünun raporuna istinaden bu kurumun tasfiyesi ve 240 öğretim elemanı kadrosundan 157’sinin ilişiğinin kesilmesinde Rockefeller’in parmağı var. Daha iyi bir eğitim, daha iyi bir tıp müfredatı gerekçesiyle (gerçek amaçları biyoiktidarı kurmaktı diyor) Nazi zulmünden kaçan öğretim üyeleri Dewey ve Flexner aracılığıyla  Rockefeller/Carnegie/Ford Vakıflarının araladığı kapıdan içeri sokuluyor. Alman akademisyenler neden ABD’yi değil de Türkiye’yi tercih ediyor? Antikomünist Rockefeller, Carnegie ve Ford gibi Nazilere sıcak bakan işadamları nedeniyle olabilir mi? Almanya’dan dünyaya dağıtılan Yahudi kökenli akademisyen göçünün mimarı Rockefeller’in temsilcisi kendisi de bir Alman (Bohemya) göçmeni olan Abraham Flexner zaten. Böylece Nazilerle sıcak teması olan Rockefeller, Carnegie ve Ford’un yani Amerikan oligarkının Türkiye’de üniversite/tıp eğitiminin modernizasyonunu ileri sürerek homeopatik/tamamlayıcı/alternatif tıbbın önünü kestiğini ima ediyor. Zaten İhsan Doğramacı’da 1933 Üniversite Reformu’ sonrası İstanbul Tıp Fakültesi’nin ilk mezunları arasında yerini alıyor, 40 yıl sonra 12 Eylül 80 darbecilerini yanına alıp YÖK’ü kuruyor, solcu öğretim üyelerini üniversiteden kovuyor. 12 Eylül öncesi Manisa’daki eczacı cinayetlerinden DSÖ’nün 12 Eylül 1978’deki Alma Ata toplantısına ve Doğramacı’ya kadar her şey Rockefeller hegemonya zincirinin tamamlayanı olarak günümüze uzanıyor. (s.83-88).

Komplo teorilerinde zirvelere tırmanan Soner Yalçın’a şunu sormak gerekiyor. Madem Naziler Almanya’da Homeopatiye destek oluyor ve bu ülkede ilk homeopati okulunun açılmasına önayak oluyor, Nazi dostu-antikomünist Rockefellerler, Carnegiler, Fordlar neden Türkiye’de Üniversite Reformunu yaptırtarak endüstriyel tıbbı dayatıyor? Yalçın endüstriyel tıp Rockefeller’in tezgahıdır, antikomünist oyunudur diye uçuk senaryolarına okuru inandırmak için mi böyle bir tutum sergiliyor acaba?

Şimdi yine Dr. Işıl Arıcan’ın Homeopati: Sulandırılmış Tıp derlemesine dönelim.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında Almanya’da ve kısıtlı sayıdaki savunucusu ile bazı diğer Avrupa ülkelerinde tekrar popüler olan homeopati, İngilizlerin Hindistanı işgali sırasında Hindistan’a geçti. Hintliler, homeopatiyi çok sevdiler.  Her şeyden önce, İngilizlerin uyguladığı ve onlar için emperyalizmin simgesi haline gelmiş modern tıbbın antitezi olan bir yöntemdi. İlaveten temel prensiplerindeki ruhani taraflar, antik Hint tıbbi yöntemleri ile benzeşiyordu. Belki de en önemlisi, son derece fakir olan Hindistan’da hem homeopati konusunda uzman bir şifacı olmak son derece prestijli ve bir o kadar da ucuz ve kolaydı. Yıllar geçtikçe Hindistan’da binlerce homeopati uzmanı türedi. 1970’ler başlayan Hippie felsefesinin sonucu olarak da, yoga, meditasyon ve Hinduizm gibi Hindistan’dan ithal diğer kavramlarla tüm dünyaya yeniden yayıldı.

Homeopati Bir Alternatif Tıp Yöntemi Olarak Neden Bu Kadar Yaygın?

Homeopati, halen dünyada belli başlı alternatif tıp yöntemlerinin arasında yer alıyor. Ülkeden ülkeye kullanım oranları oldukça değişken. Bu oranlar, o ülkedeki alternatif tıp yöntemleri ile ilgili düzenleme ve yasalara göre önemli farklılıklar gösteriyor. İlaçların etkinliğinin gösterilmesini zorunlu tutan yasaların zayıf olduğu veya homeopati lobisinin güçlü olduğu ve bu yönteme ilişkin harcamaları sosyal güvenlik sistemi kapsamında değerlendiren  Fransa ve Almanya gibi ülkelerde homeopati kullanım oranı nüfusun %30’una varırken, ilaç etkinlik düzenlemelerinin daha sıkı olduğu ve harcamaların sigorta şirketlerince karşılanmadığı ülkelerde bu oran %1-3 civarında. Ülkemizde de son yıllarda devlet politikasının tamamlayıcı tıp uygulamalarına yeşil ışık yakmasının bir sonucu olarak homeopati sertifikası dağıtan kurumlar ve bu sertifikayı aldıktan sonra hasta tedavi ettiğini iddia eden kişilerin sayısı hızla artmakta.

Popülerliği hızla artan homeopatinin etkin olup olmadığına karar vermek için, Hahnemann’ın ortaya attığı temel homeopati prensiplerini biraz daha derin incelemek gerekli.

Benzer Benzeri İyileştirir

Homeopatinin en temel ilkesi ‘benzer benzeri iyileştirir prensibidir. Bu inanışa göre, homeopatlar herhangi bir hastalık veya belirtiyi, o belirtiyi oluşturacak maddeler kullanarak iyileştirdiklerini iddia ederler. Homeopatlar, iyileştirici özellikleri olduğunu iddia ettikleri bu maddelerden yapılmış çözeltilere “homeopatık remedi” adını verirler.

Örneğin saman nezlesi için en sık kullanılan homeopatik maddelerden biri soğandır. Saman nezlesinde en sık görülen belirti göz yaşarmasıdır. Soğan doğramış olan herkesin de teyit edeceği gibi, soğan suyu da ciddi göz yaşarmasına neden olur. Homeopatlar bundan yola çıkarak soğan suyu içeren bir remedinin saman nezlesine iyi geleceğini iddia ederler.
Benzer şekilde, uykusuzluk çeken kişiye kahve çekirdeklerinden hazırlanmış remediler, kaşıntı şikayeti olana ısırgan otu özütübesin zehirlenmesi olan kişiye de kendisi bir zehir olan arsenik içeren remediler önerirler.

Benzerlik ilkesine inanan homeopatlar, sadece bitkisel maddeleri değil, bitkilerin yanı sıra mineraller, kimyasal bileşenler, hayvanlardan ve insanlardan elde edilen süt, kan, dışkı, idrar, tırnak, yara kabukları, irin gibi maddeleri de homeopatik remedi bileşeni olarak kullanılabilirler. Örneğin sıtmaya karşı koruyucu olduğu iddia edilen bir homeopatik remedinin içinde Afrika’daki sivrisineklerin ürediği bir gölden gelmiş ezilmiş çürümüş bitkiler kullanılmaktadır. Benzer şekilde, radyasyon zehirlenmesi için önerilen remedi radyoaktif bir madde olan Plutonyumdan imal edilir. Belki de en tuhaf homeopatik remedilerden biri 1989 yılında yıkılan Berlin Duvarı’nın moloz kalıntılarından yapılan Murus Berlinensis. İçinde 14 gr çeker tableti olan bir kutu Murus Berlinensis’i yaklaşık 250 TL’ye satan Helios Homeopati şirketinin iddiasına göre, Berlin Duvarı insanları bir gecede birbirinden ayırıp yabancılaştırdığı için bu remedi yabancılık ve depresyon çekenlere birebir!


Berlin Duvarı Homeopatik Remedi

Bu örneklerden de görebileceğiniz gibi, homeopatide kullanılan remediler artık pek çoğunu iyi anladığımız hastalık ortaya çıkma süreçleri ile ilintisizdir ve bu süreçlere müdahale edecek herhangi bir maddeyi içermez. Homeopatların hastalıklara bakışı hastalığın tamamından çok o hastalığın ortaya çıkardığı semptomlara odaklanmıştır. Kaşıntı şikayeti ile gelen hastanın kaşıntısının alerjiden mi, yoksa ciddi bir karaciğer hastalığından mı kaynaklandığı homeopatları ilgilendirmez. Bu iki farklı durumda aslında hastaya verilmesi gereken tedavi ve müdahale birbirinden çok farklı olması gerektiği halde homeopat kaşıntı yapan bir maddeyi kullanarak her iki hastayı da tedavi ettiğini iddia eder. Berlin duvarı ve Plutonyum örneklerinde de görüldüğü gibi kullanılan maddelerin çoğu hastalık süreci ve bu süreçleri iyileştirme ihtimali olan mekanizmalarla tamamen ilgisizdir.

Dr Işıl Arıcan’ın “Yalansavar” sitesindeki “Homeopati: Sulandırılmış Tıp” başlıklı mükemmel derlemesine kalan kısmını bundan sonraki yazımda devam edeceğim.  Bu derleme “Kara Kutu” kitabındaki dayanaksız homeopati saçmalıklarına tokat gibi yanıt niteliğinde zira.

Arıcan’ın homeopati derlemesinin son bölümünün ara başlıkları: “Homeopatik Remediler Nasıl Hazırlanır?”  “Homeopatik Sulandırma” “Homeopatik Çalkalama” Homeopatinin Etkinliği Gösterildi Mi?” “Çift Kontrollü Deney” “Homeopatinin Cazibesi”

Dr. Ali Rıza Üçer

Tıp Kurumu Genel Sekreteri.

Yeni yorum ekle

Bu alanın içeriği gizlenecek, genel görünümde yer almayacaktır.

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.