
Doktor-yazar kimliğiyle üç ayrı televizyon dizisinde “senaryo danışmanı” olarak görev yapan Dr. Gülseren Budayıcıoğlu, Fakültesi’nde okurken TRT’de sunuculuk yapan Gülseren Kavas’mış… “Ankara Radyosu’nda 1 yıl spikerlik yaptım, tam ben ordayken televizyon kuruldu. Turgut Özakman geldi, beni çekti aldı… Orada çok uzun eğitimler gördüm. Ekrana çıkmak için konservatuvar hocalarından dersler alırdık. Ben okulu bitirip ihtisasa başladığım zaman ayrıldım TRT’den. Çok fena bir yol ayrımıydı…”
Dr. Gülseren Budayıcıoğlu, Aydınlık’tan Füsun İkikardeş’in sorularını yanıtladı.
UYGARLIK ŞİDDETİ DURDURAMADI
Toplumumuzda şiddet arttı mı?
Kesinlikle arttı. Sadece bize has değil bütün dünyada arttı. Toplumumuz da dünyaya ayak uydurdu. Uygarlık ve yasaların da bu şiddeti durduramadığını görüyoruz. Ülkemizin gözbebeği İstanbul, sanırım şiddetin en yoğun yaşandığı illerden biri haline geldi. Batıda seri katiller (psikopat ve sosyopatlar) bizde aile içi şiddet arttı. Şiddeti fiziksel, psikolojik ve cinsel taciz olarak üçe ayırıyorum.
Uygarlık ile şiddet çelişmiyor mu? Biri artarken diğerinin azalması beklenir…
Ben uygarlığın şiddeti durduramadığını düşünenlerdenim. Uygar ülkelerde şiddet azalmıyor. Hatta bizimkinden daha fazla. Mesela Amerika, en gelişmiş ülke, dünyada en fazla şiddet uygulanan ülkelerden biri.
Şiddetin cinsi olmaz, ama aramızdaki fark nedir?
Bizde psikolojik şiddet çok yoğun, onlarda fiziksel şiddet. Cinsel tacizin de orada daha yoğun yaşandığını düşünüyorum. Bunu da bizim aile bağlarımızın daha güçlü olmasına bağlıyorum. Ancak bizde cinsel taciz yeteri kadar açıklanamıyor. Bu da bizi yanıltıyor olabilir. Bireyselleşmeyi, özgürlüğü, kadın erkek eşitliğini henüz dünya içine sindiremedi.
BİREYSELLEŞME ÖZGÜRLEŞME DERKEN…
Artışı neye bağlıyorsunuz?
İnsan toplu halde yaşayan bir varlıktır. Birini etkiler ve etkilenir. İnsan için aidiyet duygusu çok önemlidir. Bir aileye, bir sülaleye, bir kabileye ait olmak, onlara bağlanmak, o ortamda kendini güvende hissetmek, birlikte hareket etmek… Bu bağlar insanı güvende tutabiliyor. Yüz yıllar içinde bu ihtiyacı karşılanmaz oldu. Aidiyet duygusunda boşluk gelişmeye başladı. Hatta günümüzde aile kurumu bile sorgulanır oldu, korunamıyor. Hem bizde hem dünyada boşanmalar, artık hiç evlenmemeler aldı başını gidiyor, çok arttı.
Hangi zaman kesitinde yaşadık bunu? Son 10 yıl? 20 yıl? Son yüzyıl?
Pandemiyle birlikte boşanmalarda büyük artış yaşandı, yaşanıyor. Ama ondan önce de bizim toplumumuzda gelişmiş ülkelere göre boşanmalar yükselişe geçmişti zaten. Ancak batılılara göre daha az boşanıyoruz. Uygarlık, gelişme, bireyselleşme, özgürleşme… bunlar beraberinde bir yandan yalnızlığı getirirken , bir yandan da bu kurumları yok etmeye başlıyor.
ÇOK SEVDİĞİM İÇİN ÖLDÜRDÜM
Şiddetin temelindeki duygu nedir? Yalnızlaşma mı?
Şiddetin en temelinde korku duygusu olduğuna inanırım. Bizim ülkemizde erkeklerin kadınlarını öldürmesindeki asıl duygu da her zaman korkudur. ‘Onu kaybedersem ne yaparım’ korkusu. Terk edildiği için aşağılandığını, sevilmediğini düşünüyor. Aileyi düşünürsek son kale bir kadına ait olma duygusunu da yitiriyor. Hani şu cümleyi çok duyarız ya: Çok sevdiğim için öldürdüm! Sevgi, “Aman tırnağına taş değmesin” diye anlatılırken bakın o ne söylüyor…
KUŞAKTAN KUŞAĞA AKTARILAN BİR ZİNCİR
Bu bir kişilik bozukluğu mu? Herkeste çıkabilir mi böyle bir korku?
Şiddet gören ya da şiddete tanık olan çocukların daha sonraki hayatlarında şiddet görme ve gösterme ya da şiddete boyun eğme potansiyeli her zaman daha yüksektir. Ona şiddet gösterilmesini adeta arıyor bu insanlar. O şiddet gördüğü evde tanımış dünyayı. Bu kadınların daha sonraki hayatlarında da seçimlerini şiddete yatkın erkeklerden yaptığını düşünüyorum. Aksi bir erkek ona güven vermiyor, ona iyi sözler söyleyen, aşağılamayan, yönlendirmeyen bir erkeği güvenilir bulmuyor. İnanmıyor da…
Evde şiddet nasıl durdurulacak? Ya da sonraki yaralar nasıl sarılacak?
İnsanlar, hepimiz, doğuştan benciliz. Biz sadece hayatta kalmaya programlanmış olarak dünyaya geliyoruz. Paylaşmayı, vicdan geliştirmeyi, biri adına üzülmeyi hayat bize öğretiyor. Şiddete doğuştan kodluyuz. İlk insanı düşünsenize, vahşiydi. Gide gide uygarlık gelişti, biz değiştik.
UYGARLIKTAKİ FREN SİSTEMİ
Uygarlık gelişti ama biz şiddete geri döndük… Nasıl bir döngü bu?
Biz uygarlıkla birlikte frene basmayı öğrendik. Hemen duygularımızı açığa çıkarmama, bekleme, ayağımızı frende tutmayı öğretti bize uygarlık.
Fren sistemi?
Bu sistem içinde bütün duygularımız gizli. Şiddetle birlikte güzel duygularımızda da düşüş oldu. Kadınların şiddet gösteren erkeklere eğilimli oluşunu böyle izah etmeye çalışıyorum. Yeteri kadar terbiye edilmemiş, böylece duyguları da çok güçlü. Çok seven! Sevince dünya bir yana, sen bir yana, diyen! DEK’de (Doğduğun Ev Kaderindir) bunu işlemeye çalışıyorum. Mehdi karakteri sevince çok sever. Ama onun bütün kurallarına uyduğun sürece! Kurallarına uyarsan, o seni nasıl şiddetle sevdiyse aynı şiddetle de seni cezalandırır.
Bir de sevginin, tutkunun geçmediği namus cinayetleri var…
Yüzyıllardır toplumlardan onay almış namus cinayetleri! Bir erkek, namusunu kurtarmak ya da korumak için bir kadını gözünü kırpmadan öldürebilmiş, toplumlar bunu onaylamış! Namus cinayetiyle hapse girdiyse daha saygın! Cinayet işleyerek namuslu olmuş!
AMERİKA’DA ŞİDDET DAHA FAZLA
Batıdaki adı namus cinayeti değil ama onlarda da çok yaygın değil mi?
Aynen. Adı namus cinayeti değil Batıda. Amerika’da bir kişinin yanlışlıkla bahçesine bile girseniz adam elinde tüfeğiyle çıkıp sizi vurabilir. Yani yabancı birini tehdit olarak algılıyorlar. İnsanlardan bizde olduğundan daha çok korkuyorlar ve bu da şiddeti arttırıyor. Özellikle Amerika’da şiddetin bizden daha fazla uygulandığını düşünüyorum. Bu konu ciddiye alınırsa, her bir birey karşı çıkarsa, geçmişte bu cinayetlere verilen onayı kaldırabilirsek, bu anlayışı değiştirebiliriz.
Anadolu medeniyetlerinden, Kibele ana tanrıçasına tapınmaktan geliyoruz. Kadına saygı hakimken nasıl oluyor da şiddet yüz bulabiliyor? Kadına nasıl el kalkıyor?
Kibele, tanrıçaların anası! Tarihi MÖ 6-7 binli yıllara uzanıyor. Bu kadar yıl önce kadını kutsal kabul etmişler. Ama şöyle bir yan var: Kadın doğurganlığını kaybettikten sonra daha kutsal olabiliyor. O zaman bir köşeye oturtuluyor, bilgeleştiriliyor. Hayatım ve mesleğim boyunca her yaş ve her köşeden insanlarla tanımak şansım oldu, benim için büyük zenginliktir! Bugün bir şeyler yazıyor, üretebiliyorsam, her tür insanımızı tanımış olmaya bağlıyorum bunu. Onlarda da kendi anneannem, babaannemde de gördüm ki, kadınlar bir an önce köşeye oturabilsem diye bekliyor. Hayatının en genç yıllarında değil de, ileri yaşında o köşede oturup eli öpülen, saygın kadın olabiliyor. O zamana kadar diğer ezilen kadınlardan çok farkı yok. Toplum bir yandan ezelden beri kadını başının üstünde taşıyor, analığına büyük saygı duyuyor, bir yandan da onu cinsel bir obje olarak görmekten korkuyor. Bir yandan da kadının hep hakkını yiyor. Hiçbir zaman eşit görmüyor.
İKİ CİNS BİRBİRİNİ TAMAMLIYOR
O gün görmüyordu, bugün görüyor mu? Kadın erkek eşit mi?
Kelimeyi doğru kullandığımızı düşünmüyorum. Erkek ve kadın ikisi de insan. Kediye köpeğe kedi köpek diye bakıyoruz. Biz de insanız. Biri erkek insan biri dişi insan. Tabi ki birbirine eşit değil. Tabiat bizi farklı yaratmış. Biri avlanıyor, kadına yiyecek buluyor, onu dış tehlikelerden koruyor, diğeri de ona çocuk doğuruyor ve çocuğu besliyor, bakıyor, soyun devamı için yeni bir insan yetiştiriyor. Bu bizi eşit yapmıyor, birbirini tamamlayan yapıyor. Var oluşumuzdan itibaren cinsiyetler arasında eşitsizlik var. İlk insanı düşünsenize! Erkek iri yarı ve daha güçlü, kadın küçük ve narin. Yani biri güçlü biri zayıf. Roller de farklı. Fakat zamanla kadınla erkek arasında o büyük eşitsizlik ortadan kalkmış. Boylar poslar da eskisi kadar farklı değil. Ben eşitlikten çok birbirini tamamlamaktan yana olmalıyız, diye düşünüyorum. Yani bu iki cinsin ilk günden beri birbirine ihtiyacı var. Uygarlığın geldiği her ülkede yasalarla kadın erkek hakları eşittir, diye madde madde yazılı. Ama biz bir şeyi paylaşamıyorsak, o da şu: Bizim kolektif bilinç dışımıza yazılmış bazı şeyler var.
Bilinçaltını az çok biliyoruz da ‘Kolektif Bilinçdışı’ ne demek?
İnsan ırkının varolduğu günden itibaren beynimize kazınan, öğrendiğimiz, alışkanlık haline getirdiğimiz inançlarımız, doğrularımız, yanlışlarımız, yasaklarımız bütn bunların tüm insanlığın beyninde yerleştiği bir yer var. Bugünkü hafızamızdan çok daha başka bir yer. Bu da tüm toplumların bilinçdışını oluşturuyor. Kadına karşı erkekler içinde yüzyıllardır bir öfke birikmiş, onun sonuçlarını yaşıyoruz. Toplumlarda değişimler çok yavaş olur. Yüz yıllar sonra artık kadın dünyası olacak dünya! Desteklemiyorum, savunmuyorum ama gidişi böyle görüyorum. Erkeklerde biriken öfke gibi, aynı öfke kadınların bilinçdışında yoğunlaşmaya başlıyor. ‘Benim hakkım yeniyor, erkekler beni kullanıyor!’ Bu öfke yoğunlaşıyor. İkinci olarak kadın bir hak mücadelesi veriyor, çok çalışıyor. Kadının yıllardır verdiği mücadele ona kondüsyon kazandırdı.
KADINLAR GELİYOR
Bu öngörünüzün ipuçları var mı?
Mesela üniversite sınavlarında kız öğrencilerin puanları çok yüksek. Bizim kliniklerde doktorlarımız, psikologlarımız arasında üçte ikisi kadın. Her yerde kadını görüyoruz ve bu hızla artan bir süreç bütün dünyada. Kadınlar geliyor.
Kolektif bilinçdışına destek olarak kültür hayatımızda, haberlerde şiddet teşvik ediliyor mu?
Bizler çocukluğumuzda yolda kavga eden, küfreden insanları görmezdik. Türk filmlerindeki en kötü karakterler bile filmin sonunda durumu anlayınca yumuşar, kucak açardı. Kötü insanın bile yufka yürekli olduğunu görürdük. Biz filmlerde haberlerde şiddeti yorumsuz gösteriyoruz. Şu adam şu kadar yıllık karısını gitti doğradı! Bitti. Şöyle doğradı, koruma istemişti de vs. ile veriyoruz. Bu tür haberler teşvik edici ve izleyiciyi/okuru duyarsızlaştırıyor. Artık vakayi adiyeden sayılır hale geliyor… Bunu yapanlar için de teşvik edici oluyor. Kanıksandığı için çok ayıp bir şey yapmış olmuyor.
ŞİFA NİYETİNE YAZIYORUM
Dizilerinizde yargılama var mı?
Psikiyatrinin hadiselere bakışı şudur: Bize sorunla gelen kişiye ne olmuş? deriz. Neden olmuş’u sonradan sorarız. Biraz avukat gibiyizdir. Avukat nasıl müvekkiline odaklanırsa, biz de sadece o kişiye yöneliriz. Özellikle şiddetin nedenlerini, kuşaktan kuşağa nasıl geçtiğini ve günahsız insanların kaderlerini nasıl etkilediğini göstermeye çalışıyorum. Bu konuda özellikle annelerden başlayarak toplumu bilinçlendirmek istiyorum. Dizide de bunu yapmaya çalışıyorum, toplumu bilinçlendirmek istiyorum. Hem katilin hem mazlumun yolu nerelerden hangi yollardan geçerek buraya geliyor? İnsanlara bunu göstereyim ki, bir faydam olsun. 8-10 kadını cinayetten kurtarabiliyorsa ne mutlu bana! Bireysel terapilerden sonra şimdi sıra toplumsal terapilerde. Şifa niyetine yapıyorum bu işi.
HİKAYELERİN GÜCÜNE İNANIRIM
Gerçek hayat hikayelerine dayanan senaryolarda her suçun arka planını araştırıyorsunuz. Her suçun kabul edilebilir bir gerekçesi var mı?
Senaryoların gerçek hayatlardan uyarlanıyor olması insanları her zaman daha çok etkiler. Ben hikayelerin gücüne her zaman inanırım. Yaşananlar gerçek olunca karakterler de gerçek oluyor ve izleyiciler o karakterleri bir yerlerden tanıyor oluyorlar. Ya kendilerini, ya anne babalarını, kardeşlerini, halalarını, teyzelerini, ninelerini, dedelerini görüyorlar o karakterlerde ve onlarla empati yapıyorlar. Zaten her şey işte o empatiyle başlıyor.
Size gelen hastaların hikayelerini takip için arşivlediniz mutlaka. Bir gün bunları yazacağım düşüncesi var mıydı aklınızda?
Net olarak ilk günden beri hep vardı. Kitap okumaya, yazmaya çok meraklıyım. Biz gençliğimizde adeta yerdik kitapları. Öyle şeyler yazabileyim ki roman gibi okusun, hem de yararlansın. Topluma hizmet.
Gerçek hikayeleri ekrana, kitaba yansıtırken hastayı nasıl saklıyorsunuz?
Ona çok özen gösteriyorum. İnsanlar bana mahremiyetini anlattıktan sonra onları tanıtacak en küçük bir ipucu vermem bile asla düşünülemez. Bu yüzden yazamadığım çok hikaye vardır. Onu yazdığım an tanınacaktır çünkü… O yüzden hikayelerimi daha anonim yapmaya gayret ederim ve kişinin tanınacağı özellikleri asla koymam.
Sizin hikayeler ekranlarda yabancı dizileri solladı. Onlardan esinlendiniz mi?
Hiç öyle olmadı. Onlardan hiçbirini örnek de almadım. Onların tarzlarını beğenmedim zaten. Yeteri kadar empati sağlayamadılar izleyiciyle. Merak ettiren bir şeyler verdiler, güzel filmler çektiler, ama empati sağlayamadılar. Bu nedenle onları örnek almadım, kendi psikiyatristliğimden yola çıktım.