“Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek mânasiyle bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. Biz, bunu temin etmeden barış ve sükûna erişeceğimiz inancında değiliz.” Mustafa Kemal Atatürk -1921 (Nutuk II, S. 623-624)
Mustafa Kemal Atatürk’ün yaklaşık bir asır önce ifade ettiği ve eyleme dönüştürdüğü “tam bağımsızlık” kararımız içte ve dışta karşılaştığı engelleri aşa aşa bugünkü safhasına ulaştı. Bugün hemen herkesin söylem düzeyinde kabul ettiği gerçek, bir ülkenin gücünün üretimden elde ettiği güçle doğru orantılı olduğudur. Üretimin özellikle stratejik anlamda bir zorunluluk olduğu kimi alanlar vardır. Gıda, enerji, silah, mühimmat, haberleşme teçhizatları gibi.. İlaç ve tıbbi malzeme de işte bunlar arasındadır. Ambargo, savaş, felaket gibi olağanüstü koşullarda bir toplumun en acil ihtiyaçlarına karşılık gelen ürünler bunlardır çünkü.
Peki ilaç üretiminde ne durumdayız? Karamsarlığı bir kenara bırakalım, tüketilen her 100 kutu ilacın 76’sı Türkiye’de üretiliyor. İlaç sanayimizin ve bu alanda yetişmiş insan gücümüzün ilaç üretimine elverişli olduğu ortadadır. Tablonun iyi tarafı budur ancak başka bir gerçek daha var ki kutu ölçeğinde %80’lere yaklaşan ilaç üretimimiz (patentli ürün olmayıp eşdeğer/jenerik ilaç oldukları için) değer bazında %48’ler seviyesinde kalmaktadır. Yani ülkemizde imal edilen ilaçlar katma değer anlamında referans ilaçlar kadar pahalı olmayıp, toplam ilaç harcamımızın %48’ine tekabül etmektedir. Öte yandan yerli veya yabancı firmaların ülkemizdeki fabrikalarında üretilen ve “yerli ilaç” adını verdiğimiz bu ilaçların ham madde ve yardımcı maddeleri de %80’lere varan oranda dışardan ithal edilmektedir. Sonuç olarak ilaçta büyük oranda kendi kendine yetemediğimiz tartışma götürmez bir gerçektir. Aşılarda ve ileri teknolojiye sahip tıbbi cihazlarda durum daha vahim olmakla birlikte %100 oranda dışa bağımlıyız. Bu alandaki eksiğimizi ilgili bütün kurumlar tespit etmekte.
Yukarıda ifade ettiğimiz reel durumdan hareketle ülkeyi yöneten siyasi irade ve sağlık otoritesini temsil eden kamu bürokrasimiz ile üniversitelerimiz yerli ve milli ilaç politikasını geliştirme hususunda son yıllarda attığı adımları hızlandırmaktadır. En dikkat çekici gelişme ise geçtiğimiz günlerde yaşandı. Türkiye’nin sağlık temalı ve yaklaşık 100 dönüm arazi üzerine kurulu ilk teknokenti Teknopol İstanbul’un idari ve kuluçka binasının temeli, Sanayi ve Teknoloji Bakanı’nın katılımıyla ekim ayında atıldı. Sağlık Bilimleri Üniversitesi tarafından Pendik Belediyesi, Tuzla Belediyesi, Boğaziçi Üniversitesi ve Vakıf Katılım iş birliğiyle Pendik’te hayata geçirilen teknokent projesiyle ilaç üretimi, sağlık yazılımları, aşı çalışmaları, sağlık danışmanlığı ve biyomedikal mühendislik hizmetleri kapsamında ürün ve materyal geliştirme çalışmaları yapan firmalara ev sahipliği yapacak. Sağlık Teknokenti’nde yapılacak çalışmalarla ilgili atılan ilk imza ise Sağlık Bilimleri Üniversitesi ile yerli bir biyoteknoloji firması arasında kansere karşı yeni bir biyoteknolojik molekül ve çok sayıda biyoteknolojik ilaç üretilmesini kapsıyor. Sağlık alanındaki AR-GE çalışmalarının üssü olarak kullanılacak olan Teknopol İstanbul’un ilaçta dışa bağımlılığımıza son verecek merkezlerden biri olması umut ediliyor.
Diğer taraftan Sağlık Bakanlığımızın Küba Sağlık Bakanlığı ile koordineli olarak aşı ve onkoloji ilaçları üretimiyle ilgili oluşturdukları komisyon da toplantılarına başladı. Bir diğer yandan TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi’nde (MAM) de çalışmalar sürüyor. Hatta bu konudaki çalışmalar ilk meyvesini de geçtiğimiz günlerde verdi. Haberlerde okuduk, And ilaç firması tarafından Sağlık Bakanlığından ruhsat alan ‘Ankaferd hemostat’ adlı etken maddeyi taşıyan Ankaferd isimli milli ilaç, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji Ana Bilim Dalı ile yine Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi ile birlikte TÜBİTAK projesi kapsamında 12 yıl boyunca süren bilimsel çalışmalar neticesinde keşfedildi ve ruhsatlandırıldı. Kan durdurucu özelliğinin yanı sıra tümörün yayılmasını önleyici, yara ve yanık iyileşitirici özelliklere sahip olduğu da tespit edilen ilaç yakında yurt dışına da ihraç edilecek.
Görüldüğü gibi çalışmaların özellikle katma değeri yüksek ve Türkiye’de patentlendirilecek ilaç molekülleri (milli ilaçlar) üzerine yoğunlaştığını söyleyebiliriz.Meselenin bu açıdan doğru ele alındığını ve orta ve uzun vadede olumlu sonuçlarını göstereceğini bilmemiz gerekir.
Bu konudaki eksik tutum, birçok uzmanlık alanını ilgilendiren “milli ilaç atılımının” bütün uzmanlık alanlarıyla koordinasyonundaki yetersizliktir. Örneğin eczacıların çatı meslek örgütü Türk Eczacıları Birliği bu gelişmelerin sadece seyircisi konumundadır. Süreçlere bütün ilgili uzmanlık alanlarının etkin katılımı ve koordinasyonu önemlidir, ve bu hususta politik bahanelerle ayak diretmek doğru bir tutum olmayacaktır.
Sonuç olarak; ok yaydan çıkmıştır, Türkiye savunma sanayiinde başardığı gelişme ve atılımı, ilaç sanayiinde de başarmalıdır. Başarabilecek kapasite ve iradeye sahiptir. Artık bütün mesele bu hedefe doğru bir disiplin ve eşgüdüm ile ulaşmaktır. Yerli ilaç sanayimizi teşvik ederek, onların taleplerine kulak vererek; üniversitelerimizin akademik alt yapısından yararlanarak, eczacı, hekim, yazılım mühendisi gibi ilgili sağlık ve mühendislik meslek örgütlerini süreçlere etkin bir biçimde dahil ederek bu işi kamusal bilinçle kitlendiği hedefe ulaştırmalıyız.