Salgın hastalıklardan doğan bir bilim: Mikrobiyoloji

“Bulaşıcı hastalıklar denince ne anlıyorsunuz?” diye sorsak, bu konuyla ilgili çok bilgisi olmayanlar dahi “mikrop” denen bir şey olduğundan bahsedecektir. Çoğumuz çocuklukta tanışmışızdır bu kelimeyle. “Elini ağzına götürme mikrop kaparsın!” “Dışardan geldin elini yıka önce!” “Tuvaletten çıkarken ellerini her zaman yıkamalısın” “Öksürürken ağzını kapa evladım” ve daha birçok örneğini verebileceğimiz öğretilen hijyen kuralları... Peki, bu konu üzerine bilinçlice oturup düşünmemiş olsak bile, bize bu kuralları uygulatan nedir? Sanırım bunu anlamak için bu pandemi sürecinden daha uygun zaman olamaz. Bize bunları yaptıran insanlığın bulaşıcı hastalıklarla verdiği imtihanlar ve çıkardığı derslerdir diyebiliriz.

İlk Çağ’a göre tarihine daha vakıf olabildiğimiz Orta Çağ döneminde, özellikle Avrupa’da insanlar bulaşıcı hastalıkların oluşturduğu salgınlarla büyük bir mücadele vermek zorunda kalmıştır. İnsanların hijyen koşullarının kötü olması, bakımsızlık, surlarla çevrili Orta Çağ şehirlerinin çok kalabalık oluşu, kötü idare, batıl inançlar, savaşlar ve beraberinde gelen ahlâki çöküntüler salgın hastalıklar için uygun bir zemin hazırlamıştır. Bu çağda veba, çiçek, cüzzam, erizipel, kolera ve frengi gibi hastalıkların oldukça yaygın görüldüğünü ve milyonlarca insanın bu hastalıklardan öldüğünü biliyoruz. Bu hastalıkların ortaya çıkışının kendiliğinden olmadığını, etkenlerin kendi atalarından türediklerini ve farklı bulaş yollarıyla bulaşıp çoğaldıklarını bilim insanları çok sonradan anlamış ve kabul etmiştir. Geçirilen salgınlar, bulaşıcılık fikrinin gelişmesine, koruyucu sağlık ve önleyici hastalık hizmetlerinin sağlanmasına vesile olmuştur. Karantina örgütlerinin kurulması 14. yüzyılda veba salgınları ile başlamıştır. Enfekte insanların tecriti, evlerin havalandırılması, eşyaların dezenfeksiyonu, ölü cesetlerin uzaklaştırılması gibi tedbirler bu zamanlar içinde anlaşılmış ve toplum sağlığı açısından ilerlemeler kaydedilmiştir.

Salgınlar, oluşturdukları toplumsal, ekonomik değişimlerin yanı sıra hekimliği de etkilemiştir. Özellikle veba hastalığı o dönemde hekimlerin itibarını kaybetmesine neden olmuş, salgının geldiği boyut karşısında acizlikleri insanları bilimsellikten ve gerçeklikten iyice koparmıştır. Hekimler uzun dualar, muskalar, baharatlar ve kan akıtma şeklinde veba reçeteleri dağıtmıştır. Hastalığın tıbbi tedavisini bulamayan hekimler hastaları tedavi etmeye çalışırken ölmüşlerdir. Salgınlar karşısında çaresiz kalan halk; büyü, sihir ve efsunların yanı sıra azizlerden de yardım ummuştur. Bu dönemde hekimler kendilerini çürümekte olan cesetlerin ve şişliklerdeki akıntının kötü kokusuna karşı gaga seklindeki kısmına sirke ve güzel kokulu süngerler yerleştirdikleri maskeler ve kıyafetlerle kendilerini korumaya çalışmışlardır. Avrupa’daki birçok şehirde belediye hekimleri, ölü kaldırıcılar, mezar kazıcılar, ev bekçileri ve tütsücülerden oluşan bir grup, salgın hastalıkla mücadele için ticareti yasaklama, hastaları tecrit etme, ölüleri gömme, evleri ilaçlama, sokak kapatma, işbirliği etmeyenleri tutuklama ve işkence etme ile özel mülkü yakma yetkisine sahiptiler. Fakat bu görevlerin çoğu yerine getirilemedi. Sağlık hizmetlerinin gelişmesi ve açılan kurumlar, hastalığın ilerlemesini Avrupa’da tamamen yok etmese de durdurdu.

1800’lü yılların sonlarına kadar henüz kabul edilen bir “mikrop” teorisi yoktu. Uzun yıllar canlıların kendiliğinden meydana geldikleri görüşü kabul görmüştü. Bu görüşe göre canlılar, çamurdan, bataklık gazlarından, sıcak sulardan ve benzer karakterleri gösteren durumlardan orjin almaktaydı.  Bulaşıcı hastalıkların ortaya çıkışında mikroorganizmaların olduğuna dair ilk teoriler ciddi tartışmalara sebep olmuş, bu hastalıkların kendiliğinden ortaya çıktığını söyleyen spontan jenerasyon (abiyogenezis) teorisi, yavaş yavaş yerini bir canlının diğer canlıdan türeyebileceği (biyogenezis) görüşüne bırakmıştır.

Viyanalı bir doktor olan Marcus Antonius von Plenciz, 1792'de, "Hastalıklarda Germ Teorisi" adı altında yayımladığı bir eserinde konu üzerinde görüşlerini açıklamış ve her hastalığın kendine özgü görülmeyen bir nedeni olduğuna dikkati çekmiştir.

Louis Pasteur (1822-1895) -pastörizasyon yöntemini geliştiren ve Kuduz aşısını bulan Fransız mikrobiyolog ve kimyager- tarafından yapılan çalışmalarda bulaşıcı hastalığın etkeninin mikroplar olduğunu ortaya koymuştur. Bir İngiliz cerrahı olan Joseph Lister, Pasteur'ün prensiplerini cerrahiye uygulayarak, operasyonlarda dezenfektan bir maddeye (asit fenik) batırılmış sargılar kullanarak infeksiyonun önüne geçmiştir. Böylece, Lister cerrahide antiseptiklerin önemini ve antisepsinin yerini ortaya koymuştur. (1852)

Edwin Klebs (1834-1913) Löffler ile birlikte difteri hastalığının etkenini izole etmeyi başarmışlardır. Bilim adamı, bunun yanısıra travmatik infeksiyonlar, malarya ve kurşun yaraları üzerinde de bazı faydalı çalışmalar yapmıştır. Hayvanlarda da deneysel olarak ilk tüberkülozis lezyonlarını oluşturmayı başarmıştır.

O dönemlerde insanlık tarihine Pasteur gibi bilimsel bir devrim etkisi yaratan bir diğer isim de şüphesiz Robert Koch(1843-1910). Mikroorganizmaları saf üretebilmek için katı besiyerlerini geliştirmiş ve karışık kültürlerden saf kültürler elde etmeyi başararak bakteriyolojiye yeni teknikler getirmiştir.

Koch, aynı zamanda hastalıklar üzerinde de bazı kriterler ortaya koymuştur. Bunlar da "Koch postulatları" olarak bilinmektedir:
1) Hastalıklar spesifik etkenler tarafından oluşturulurlar,
2) Etkenler izole edilmeli ve saf kültürler halinde üretilmelidir,
3) Duyarlı sağlam deneme hayvanlarına verildiklerinde hastalık oluşturabilmeli,
4) Tekrar saf kültürler halinde üretilebilmelidirler.

Bu 4 görüş uzun yıllar geçerliliğini korumuştur.

Bakteriler üzerinde yapılan çalışmalardan sonra nedenleri saptanamayan birçok hastalıklar konusunda da yoğun araştırmalar yapılmaya başlanmıştır. Bakterileri geçirmeyen filtrelerin bulunması, bu yöndeki incelemeleri daha kolay hale getirmiştir. Iwanowski 1892'de ilk defa tütün mozaik virüsünü bulmuştur. Nicolle ve Adil Bey, 1899'da sığır vebası virüsünün filtreleri geçebildiğini açıklamışlardır. Tword, 1915'de İngiltere'de ve d'Herelle, 1917'de Fransa'da bakteriyofajları (bakteri enfekte eden virüsler) bulmuşlar ve bunların süzgeçleri geçtiklerini göstermişlerdir. W. Reed ve ark. 1901'de insanlarda sarı humma (Yellow fever) hastalığı etkeninin filtreleri geçtiklerini kanıtlamışlardır.

Yurdumuzda mikrobiyoloji alanındaki ilk çalışmalar aşı yapmakla başlamıştır. Bu yöndeki aktiviteler 1840 yılından sonra giderek gelişmiş ve çiçek aşısı hazırlanarak başarı ile kullanılmıştır. Osmanlı Hükümeti tarafından Tıbbiye Mektebi Dahiliye Muallimi Dr. Aleksander Zoeros Paşa başkanlığında, Veteriner Hekim Hüseyin Hüsnü ve Zooloji Muallimi Dr. Hüseyin Remzi Beyler'den oluşan üç kişilik bir heyet Pasteur'ün yanına Fransa'ya gönderilmiş, Paris'de Pasteur'ün yanında 6 ay kalan ve kuduz hastalığı aşısının hazırlanması ve kullanılması konularındaki tüm bilgileri öğrenen heyet yurda döndükten sonra da bu hastalık üzerindeki "Daül-kelb Ameliyathanesi"nde aşı yapımına başlamıştır. Kurtuluş Savaşı sonrası yeni kurulan ülkemizde de sağlık alanında en büyük sorun bulaşıcı hastalık salgınlarının önlenebilmesi olmuştur. Koruyucu hekimlik hizmetlerinin hızla finanse edilip yurt çapında sıtma savaş teşkilatları, trahom ve frenginin yaygın olduğu bölgelerde trahom savaş ve frengi savaş teşkilatları kurulmuştur. Hükümet tabiplerinin de temel görevi tifo, tifüs, dizanteri, trahom, frengi gibi bulaşıcı hastalıklarla savaşmak olarak belirlenmiştir. Ankara’da Hıfzıssıhha Enstitüsü kurularak laboratuvar hizmetleri, aşı ve serum üretimi sağlanmıştır.

Görüldüğü gibi bulaşıcı hastalıklar tarih boyunca insanları temizlik ve sağlık hizmetleri konusunda geliştirmekle kalmamış, bilimi mikroorganizmaları ortaya çıkarmak ve nasıl evrim geçirdiklerini kavramak için zorlamış, büyük bir yanılgının yanlışlığı ispat edilerek insanlığın önünde yeni ufuklar açmıştır. Geçmişte insanların batıl inançları ve rasyonel olmayan görüşleri bilimle sınandığı için bugünkü pandemi sürecinde virüslerin ne demek olduğunu, genetiğini ve evrimini konuşabiliyor, alınması gereken tedbirleri sıralayabiliyoruz. Bu demek ki bilimin birikimine ve insanlık tarihinin acılarına çok şey borçluyuz. Bu yolu döşeyen bütün bilim insanlarına ve hizmet verenlere minnetle.

DR. DEMET TURGUT
Medikritik Yayın Editörü
AHEF Basın Yayın Kom. Üyesi

KAYNAKLAR:
1.http://www.mikrobiyoloji.org/TR/Genel/BelgeKardes.aspx?F6E10F8892433CFFA79D6F5E6C1B43FF08868BB75A3ED2E2
2. https://www.youtube.com/watch?v=9BADFZjPcQw&list=PL42oFb4iYcS5PbVCFS-4cHawPsdNlLXkv&index=4
3. http://www.sdplatform.com/Dergi/631/Orta-Cag-Avrupasinda-salginlar.aspx
4. Prof. Dr. H.  Nusret Fişek, TC hükümetlerinde sağlık politikaları,  Toplum ve Hekim Dergisi, 1991 Aralık.

Etiketler
Mikrobiyoloji