Her oda kırmızı değildir

Bu yazının temel amacı, filmler ve TV dizilerinde psikoterapi öykülerinin kullanılmasının olumlu ve olumsuz yanlarını ele almaktır. Psikoterapi öykülerinin film yapımcılarına nasıl ilham verdiğini incelerken izleyiciye psikoterapinin dönüştürücü güçleri hakkında sunulan örneklerin niteliklerini incelemektir.

Bu tip öykülerin izleyicilerde derinden hissedilen ve unutulmaz deneyimler yaratabildiği geçmiş birçok film örneğinde gözlemlenmiştir. İşte bu nedenle de son zamanlarda ülkemiz televizyonlarında artan ve gerçek terapi öykülerinden alındığı belirtilen diziler ve filmlerin yaratması muhtemel sonuçları hakkında aşağıdaki soruları sormak bir gerekliliktir.

Psikoterapistlerin ve hastalarının filmlerde ve TV programlarında tasvir ediliş biçimlerinin yararlı ve zararlı etkileri nelerdir?

Bazı film ve diziler süregiden bir psikoterapi sürecine katkı sağlayabilir mi? Bir hastaya belirli bir filmi izlemesini tavsiye ederek hangi psikolojik işlevler yerine getirilebilir?

Filmlerde, hastanın benlik duygusunun oluşmasında önemli rol oynayan rol modeller olarak görev almış karakterler hakkında ne şekilde bir araştırma yapılması önerilir?

İnsanlar hakkında en iyi olanı tasvir eden filmler, yaşamı değiştiren taklit öğrenim biçimlerine ilham verebilir mi?

Terapistlerin eğitiminde filmlerin izlenmesi ve tartışılması ne gibi roller oynayabilir? 

Filmlerin yapımı ve “görülmesi” ile ilgili bilimsel araştırmalar, psikoterapinin potansiyel olarak dönüştürücü güçleri hakkında yeni ve kullanılabilir bilgilere katkıda bulunabilir mi?

20. yüzyılda, hem psikoterapi hem de sinema, gerçekliği ve kendimizi algılama şeklimiz üzerinde derin ve yaygın bir etki yaratmıştır. Freud'un modern psikoterapi çağını başlatması ve Edison'un “sinema filmi” icatının 19. yüzyılın son yıllarında gerçekleşmesi bir tesadüf olabilir.

Sinema, ilk kez 1895'te, Paris'teki Lumie`re kardeşlerin hareketli resimlerinin halka açık gösterilmesiyle başlamıştır. İlk sinema örneklerinden biri de 1906'da Victorin Jasset tarafından yönetilen Les Reˆves d un Fumeur d'Opium '(Afyon İçenin Rüyası) adlı Fransız filmidir.İlginçtir ki ilk sinema filmlerinden biri bağımlılıklarla ilgilidir.

Sinemanın daha ilk günlerinde, film ile izleyicinin sonraki davranışları arasında doğrudan ve evrensel bir bağlantı olduğu hissedilmiştir. Hareketli resmin gücü ile toplumlarda ahlaki paniğin saptırılabileceği veya kışkırtılabileceği anlaşılmıştır. Bugünün medyası bundan çok daha fazlasının farkında bir şekilde kitleleri maniple etme işlevini sürdürmektedir.

İnsan, estetik deneyimlerin dönüştürücü güçlerini keşfetmeye adanmış dans, resim, müzik, edebiyat ve şiir tarafından ayrı ayrı uyarılır ve bu uyarımların yarattığı sonuçlarla gelişir, zenginleşir. Buna karşın sinema (ki bundan sonra TV dizilerini de sinema adının altında ele alacağım) bir tür “pan sanatı” dır. "Roman, şiir, tiyatro, resim, heykel, dans, müzik, mimari gibi hemen hemen her sanat dalını kullanabilir, birleştirebilir, yutabilir."

Sinema olanakları açısından ele alındığında, içerikleri ve üslupları açısından diğer sanat dallarına göre farklılık göstermektedir ve görünüşte tükenmez sayıda hedefe ulaşabileceği düşünülebilir. Çünkü film yapımcılarının sahip olduğu görüntülerin, diyalogların, müziğin, sesin, ışıklandırmanın, özel efektlerin ve düzenleme tekniklerinin sayısız birleşik efektleri göz önüne alındığında yaratıcı bir şekilde istediklerini yapabilecekleri konusunda hiçbir sınırları olmadığı ortadadır. Kulaklara hitap etmek ve görsel imgelerin yanı sıra bedensel duyumları uyandırmak için tasarlansa da filmler, ifade olanaklarının genişliğine rağmen insanları genellikle kendilerini deneyimlemenin duyusal doğasına atıfta bulunmanın kısa bir yolu olarak "görmek" ve "izlemek" ile sınırlarlar. Buna rağmen insanların yaşamları üzerinde çeşitli yollarla önemli bir şekillendirme etkisine sahiptirler.

Bir sanat formu olarak sinema yaklaşık bir asır önce ortaya çıktı ve o zamandan beri tematolojisini insan davranışının çoğu yönü, her gün hayali macera durumları ve sorunlar, tarih, siyaset, feminizm, hastalık ve ölüm ve bu çerçevede tıp kapladı. Çeşitli dermatoloji gibi tıp alanları, film yapımcılarının odak noktası oldu. Plastik cerrahi uygulamaları da sinemanın popüler alanlarından biri haline geldi.

Psikiyatri, tıbbın en genç uzmanlık alanlarından biridir. Ruhsal bozukluklarla ilgilenen uluslararası film yapımının büyük çoğunluğu psikanalize odaklanmıştır. Film teorisi ve psikanaliz arasındaki bağlar, büyük ölçüde Sigmund Freud'un rüyalar teorisi ve Jacques Lacan'ın başlattığı 'dilbilimsel dönüş' aracılığıyla kurulmuştur. Baudry'ye göre Platon'un mağara efsanesi, sinema salonunun tam bir tanımıdır. Her ikisinde de hareketsizlik, tekrarlama ve eski bir duruma geri dönüş için bir kısıtlama vardır.

Sinema hakkında bu kısa girişten sonra bazı sorulara cevap arayarak yolumuza devam edelim:

İNSANLAR; PSİKİYATRİSTLER VE RUHSAL BOZUKLUKLU KİŞİLER HAKKINDA NASIL BİLGİ EDİNEBİLİR?

Kişiler bu bilgilere öncelikle bizzat kendisi deneyimleyerek ulaşabilir. Doğrudan terapi deneyimi genellikle bu keşfin bir parçasıdır ancak bu da sırasıyla terapinin bağlamı, beklentiler, önceki deneyim, genetik hassasiyet, ruh hali ve tabii ki terapistin kendisi gibi sayısız faktörden etkilenir. Bu doğrudan deneyimden ayrı olarak; okuduklarından, diğer tanıdıklarının deneyimleriyle ilgili anlattıklarından ve medyanın ruhsal bozukluk, terapi ve terapisti ele alış biçimlerinden yola çıkarak bilgi sahibi olurlar. Filmler, bu bakımdan, kitlesel iletişimin en ilgi çekici biçimi olarak kabul edilir.  Seyirci film içi sınırları tarafından büyülenir ve nihai uyanma, rüya  ya da çözülme -gerçeklikten kopma- deneyimi yaşar.

İnsanların ömürlerinin 15 yılını sadece televizyon izleyerek geçirdiği tahmininden yola çıkarak, TV dizilerinin ve filmlerin insanların üzerindeki etkisinin tartışma götürmez olduğu ortadadır.

FİLMLER BİZİ NASIL ETKİLER? 

Film; toplumda doğal olarak kabul ettiğimiz şeyi dolaylı veya doğrudan etkileyen kültürel rezervuar olarak tanımlanabilir. Bazı yazarlar bu durumu açıklamak için ayna metaforunu kullanır, filmler gerçek yaşamı yansıtır. Nihayet beyaz perdede ortaya çıkan akıcılığı ve yansıma ya da bozulma açısını belirleyenler yönetmenlerdir ve filmlerde kültürel inanç ve tutumların görsel ve işitsel bir aktarımı vardır. Sosyal öğrenme teorisinden ödünç alırsak; normlar, tutumlar, beklentiler ve inançlar etrafımızdaki kültürel çevre ile etkileşimden kaynaklanmaktadır. Hayata ilişkin sosyal bilişler, doğrudan deneyimlerden, başkalarının deneyimlerinden doğar ve bazıları dolaylı sosyalleştirme ajanlarına maruz kalma yoluyla oluşur: kitaplar, dergiler, reklamlar ve en önemlisi filmler ve televizyon. Bazı yazarlar, filmlerin muazzam etkileşim gücü nedeniyle tarih yazdığını ve toplumsal norm ve değerleri dikte ettiğini söyleyerek bunu daha da ileri götürmüşlerdir. 

Ruhsal bozukluklar ve psikiyatristlere dair bilişlerimiz de benzer etkilerle şekillenir. Terapi ortamı ve insanların ruhsal sorunları esasen özel bir faaliyettir, ancak kameranın tarafsız gözü bu eylemi röntgenci bir şekilde izler veya ihlal eder. Bu kendi içinde hem bir cazibe (röntgencilik) hem de tiksinti (ihlal veya izinsiz giriş) sunar; bu, neyin gösterilmesinin kabul edilebilir olup neyin olmadığına dair daha ilkel (veya bilinçsiz) endişelerle etkileşime girer.

Filmlerin sosyo-kültürel etkilerini kavramsallaştırmanın bir yolu, filmlerin süreçlerini incelemektir. Bu süreçlerde filmler, yeni bir dünyayı inşa edebilir ve  bu dünyanın bakımını sağlar.

FİLMLER YENİ BİR DÜNYAYI NASIL VE NEDEN İNŞA EDER? 

Yeni dünya inşaatı temel olarak yeni öğrenme ve bir bireyin dünya görüşünün oluşumu ve gelişimi ile ilgilidir ve genellikle çocuklara ve onların biçimlendirici gelişimine uygulanır. Bu, aynı zamanda, güçlü fikir veya bilginin hâlihazırda tutulmadığı insan deneyiminin yönleri için de özellikle önemlidir.

Filmler eğlence olarak kabul edilebilir, ancak aynı zamanda Yunan trajedilerine veya ahlak oyunlarına benzer bir eğitici işlevi vardır. 

FİLMLER İNŞA EDİLMİŞ DÜNYANIN BAKIMINA NASIL KATKI SAĞLAR? 

Dünya bakımı, esas olarak bizim tipolojilerimizi teyit etmek ve normun ne olduğu ve neyin sapkın olduğuna dair sınırlar koymakla ilgilidir. Dünyaya bir referans noktası olarak hizmet eder. Bu bakım işi genellikle, dünyasının çerçevesi zaten kurulmuş olan yetişkinler için geçerlidir, filmler bu dünyayı meşrulaştırır veya sürdürür. Aynı zamanda modern mitlerin korunması ve yapımında da yer alır. 

Bu bakım sırasında oluşturulan ve korunan mitlerden bir bölümü de psikiyatristler / psikoterapistler ve psikiyatri hastalarını kapsar. Psikoterapi öykülerinde hasta ve terapistin tasviri büyük ölçüde abartılı ve kuşkucudur ancak film sırasında izleyici kahramanla güçlü bir şekilde özdeşleşir ve ona bağlanır, (belki de biraz belirsizlikle) hastalık-terapi süreçlerini ve bağlamını kabul eder.  

Pek çok faktör bir filme verilen tepkiyi etkiler ve bu etki tamamen filmin kendisine değil, gösterildiği bağlama bağlı olabilir. Benzer bir şekilde, filmler yanlarında oldukça kişiselleştirilmiş sembolik anlamlar taşır. Dolaysıyla hepimizin, başkalarına nadiren tam olarak uyan en sevdiğimiz filmleri ve karakterleri vardır. Sinemasever özne, film deneyimini kendi dünya görüşüne göre hızla seçer, katılır ve yorumlar. Buna karşılık, izleyicilerin bir ticari film endüstrisi tarafından işlenen ve kendiliğinden dönemin egemen ideolojilerinden etkilenen bir göstericiler koleksiyonuna bağlı oldukları ortadadır.

Levi-Strauss'a göre mitler, gerçekte çözülemeyen temel çatışmaların veya çelişkilerin dönüşümleridir. Filmler genellikle çözülemeyen ikilemlere hayali çözümler sunar. Hollywood'da yaygın bir örnek,  aşk her şeyi fetheder paradigmasıdır. Birçok filmde, filmin kahramanı, iyi ve şefkatli bir kadının sevgisiyle, işlevsiz bir alkolik, işsiz, ruhsal sorunlu birinden; sevgi dolu, ayık, üretken bir beyefendiye dönüşür. Michael Wood’a göre filmlerin mitolojik işlevi, bu sorunları incelemektir. Filmler bulanık beyinlerin rahatsızlıklarını giderirken, aynı zamanda bu bulanıklığı da koruyarak işlev görürler.

Ruhsal bozukluklar ve bunların yarattığı sorunların arkasındaki nedenler belirsizliğini korumaktadır ve bu nedenle filmler aracılığıyla sunulan çözümler inanılmaz görünmektedir.

Sinema ve TV dizlerinden söz ederken, psikoterapi öyküleri, psikiyatristler / psikoterapistler arasındaki ilişkinin boyutlarını dört ana başlık altında toplayabiliriz. Bu ilişki, filmlerde bu öykülerin kullanılmasından çok daha geniş anlamlar taşımaktadır ve filmlerin hem terapi eğitiminde kullanımını hem de bizzat terapiye yardımcı olarak kullanımını da içermektedir.  

 

Etiketler
filmler ve TV dizilerinde psikoterapi öyküleri