Cumhuriyet ve sağlık

Cumhuriyet’in ekonomiyle, hukukla, kadınla, eğitimle, bilimle ve başka pek çok başlıkla ilişkisi üzerine çok şey söylenmiştir, yazılmıştır.

Sağlıkla ilişkisi üzerine bir dağarcığın olmayışı ya da olsa bile yeterince dolu olmayışı önemli eksikliktir. Bir hekim olarak bu eksikliğin giderilmesine okuyacağınız yazıyla alçak gönüllü katkıda bulunabilmiş olmak içtenlikli dileğimdir.

Türkiye Cumhuriyeti kurulmazdan önceki 12 yıl savaşlarla geçmiştir. Anadolu başta olmak üzere Afrika’da ve Avrupa’da eli silah tutan, görece sağlıklı ve genç kuşak büyük ölçüde yitirilmiştir. Bir şekilde savaşa gitmeyenlerle yaşlılar, kadınlar ve çocuklar ise bulaşıcı hastalıklar aracılığıyla aramızdan alınmıştır. Sağ kalanlar ise yoksul, yoksun ve sağlıksızdır.

Bu koşullar göz önüne alındığında kıtlaşan insan kaynağının ne denli değerli olduğu anlaşılır. Bir yandan cephe gerisindekilerin diğer yandan savaşanların varlığının korunması önem kazanmıştır. Özellikle savaş alanındaki yitikler savaş yaralanmalarının yanı sıra bulaşıcı hastalıklar aracılığıyla da olmaktadır. Savaş dışı ölümleri sınırlamanın kritik önemde olduğu açıktır.

Birinci meclisin kurulur kurulmaz aldığı ilk kararlardan birisinin bulaşıcı hastalıklarla savaşım üzerine olması rastlantının değil aklın gereğidir. Yine 23 Nisan’dan yalnızca 10 gün sonra sağlık bakanlığının kurulması da sağlığa verilen önemin göstergesidir.

Savaş alanındaki insan yitiklerinin önüne geçmenin en kestirme ve akılcı yolu kuşkusuz hastalığı önlemekten geçmekteydi.

Anadolu’da bir yandan Mili Mücadele hazırlıkları sürdürülürken ve örgütlenirken diğer yandan da İstanbul’dan Anadolu’ya yönelik önemli bir geçiş söz konusudur. Bu geçişin önde gelen ikilisi insan ve silahtır. Bu ikilinin önemli öğelerinden olan hekimlerin taşıdıkları bir nesne daha vardır ki, çok da bilinmez. İstanbul’dan Anadolu’ya geçen hekimler yanlarında mikroplar da getirmişlerdir. Cephedeki hastalığa bağlı insan kırımını en aza indirmek için Ankara Cebeci’de üretilecek olan veba, tifo ve kolera aşıları için taşınmaktadır mikroplar İstanbul’dan Anadolu’ya. Aşı merkezinin başında hekimler Arif İsmet (Çetingil), Tevfik İsmail (Gökçe) ve Bakteriyolog Nurettin Bey bulunmaktadır. Onlara tıp öğrencileri Nurettin Osman, Yusuf (Balkan) ve Tıbbiyeli Hikmet (Boran) yardımcı olmaktadır. Tıbbiyeli Hikmet (Boran)’in Sivas Kongresi sırasında “Ya İstiklâl, Ya Ölüm” diye haykırarak Mustafa Kemal Paşa’nın da övgüsünü kazanmış olduğunu anımsayacaktır çoğu okur.

Aşı üretimiyle ilgili bir başka önemli ayrıntıya değinmeden geçemeyiz. Zorlu ve ilkel koşullarda aşılar üretilir. Sıra aşıların kalitesini sınamaya gelir. Şimdiki gibi faz çalışmalarını yürütecek ne olanak ne de fırsat vardır. İş başa düşer. Aşıları üreten topluluktan Dr Tevfik İsmail, Bakteriyolog Nurettin ve tıp öğrencisi Yusuf (Balkan) ikilemsiz uzatırlar kollarını. Deneklik de onlara düşmüştür. Şimdilerde salgını bitirmesi için kullanılmakta olan aşıları “biz denek miyiz?” şımarıklığıyla küçümseyenlerin dikkatine sunulası bir ayrıntı olsa gerektir.

Cephede canını dişine takarak Kurtuluş Savaşı veren Mehmetçik cephe gerisindeki bu önemli etkinlikle utkuya giden yolda yaşama tutunmuş olmaktadır.

Her ne kadar savaş koşullarında yaşansa da aşı üretimi ve buna bağlı koruyucu hekimlik anlayışı Cumhuriyet kurulmadan önce Cumhuriyet’in sağlık anlayışı hakkında önemli ipuçları vermeye başlamıştır.

Önce savaş kazanılacak onu izleyerek de Cumhuriyet’in silahsız savaş alanlarından birisi olacaktır sağlık. Savaş sözcüğü barış ortamında sıtma, trahom, verem ve frengiyle birlikte anılacaktır.

Cumhuriyet’le birlikte deyim yerindeyse şaha kalkan sağlık anlayışının toplumcu ve koruyucu temelde etkinlik gösterdiğini söylersek genel ilkeleri de özetlemiş oluruz. Bu bağlamdaki bir başka önemli ayrıntı, Dr Refik Saydam döneminde koruyucu hekimlik alanında çalışan hekimlere daha fazla aylık verilmesi olarak çıkar karşımıza.

Bir fikir vermesi bakımından 1923’te Türkiye’deki hekim sayısının 344 olduğunu, o zamanki nüfusa göre 20 bin kişiye bir hekim düştüğünü paylaşmış olalım. Hekim sayısının 1935’te 1625’e çıktığını, buna bağlı olarak da hekim başına düşen nüfusun 9000’e gerilediğini ekleyelim.

Cumhuriyet’in sağlık anlayışının 1960 Devrimi’yle birlikte Dr. Nusret Fişek önderliğinde boyut kazandığını, sağlığın toplumcu ve koruyucu kimliğinin güçlendirildiğinin altını çizmeliyiz.

12 Eylül’le birlikte hız kazanan neoliberal politikalardan sağlığın payına da bir şeyler düşmesi kaçınılmazdı.

Bugün geldiğimiz noktada koruyucu ve toplumcu kimliği neredeyse tümüyle soldurulan sağlık anlayışı son 20 yılda giderek “paralı” duruma getirilmiştir. Cumhuriyet’in çıtasını havaalanı, otoyol, köprü, tünel vb sıradanlıklara düşürenlerin sağlığı da “kolay erişim” perdelemesinde alınır satılır nesneye dönüştürmelerinde şaşırılacak bir durum yoktur.

Cumhuriyetimizle birlikte onun sağlık anlayışının içine düştüğü açmazdan çıkartılmaya gereksinimi olduğu oldukça açıktır. Bu yapılmadıkça sağlığın ticarileşmesi sürecek ve erişim kolaylığı adı altında erişilemezliğe yolculuğunu sürdürecektir.

Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü, silah arkadaşlarını ve Cumhuriyet’i bizlere kazandıranlar arasında yer alan adsız sağlık kahramanlarını saygıyla anıyor, en büyük bayramımız kutlu olsun diyorum!

 

 

VERYANSIN