Kimi ne kadar ilgilendirir kestiremiyorum. Ama yaşamımın azımsanmayacak zaman aralığını İzmir Tabip Odası’na ve dolayısı ile de TTB’ye ayırdığım için yazmadan yapamam!
Her şeyden önce Türk Tabipleri Birliği’nin 1953 tarihli 6023 sayılı yasa gereğince kurulmuş olduğunu anımsatmakta yarar görüyorum. Yöneticiler ve diğer kurulları oluşturanlar 2 yılda bir üyeler tarafından yargı gözetimindeki seçimlerle belirlenir.
Başlıca görevleri:
- Hekimlerin özlük haklarının korunması ve geliştirilmesi
- Toplum sağlığının yakından izlenmesi ve bu doğrultuda yapılması gerekenler konusunda akademik düzeyde görüş oluşturulması
- Hekimler arası ilişkilerin düzenlenmesi ve varsa sorunların/etik dışılıkların izlenerek soruşturma-kovuşturma yoluyla gereğinin yapılması
Türkiye’de hekimlik kökü Osmanlı’ya dayanan Tıbbiyelilik ruhuyla donanmıştır. Modern tıp öğretimine geçişle birlikte kendisini gösteren süreçte Tıbbiyelilik ve Tıbbiyeliler gerek Osmanlı ve gerekse Cumhuriyet döneminde ülkenin yazgısıyla da yakından ilgilenmişlerdir. Hatta bu yazgıyı değiştiren eylemlilikler içinde olmuşlardır.
Yakın tarihe dek bu özgörev TTB düzleminde de yerine getirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nde sağlık hizmetlerinin toplumsallaştırılmasının mimarı sayılan Nusret Fişek döneminin sonlanmasıyla birlikte TTB’nin yukarıda özetlemeye çalıştığımız çizginin dışına savrulduğu üzüntüyle gözlenmiştir.
Son çeyrek yüzyıl olarak nitelenebilecek bu dönemde TTB’nin ileri derecede siyasallaştırıldığı, üzerine görev olmayan alanlara yöneldiği izlenmiştir. Buna bağlı olarak da kurumun adı önündeki Türk nitelemesiyle bağdaşmayan bir çizgiye savrulması kaçınılmaz olmuştur.
Bir hekim meslek kuruluşu olarak Türk Tabipleri Birliği’nin siyasetten uzak durması gereği gün gibi ortadadır. TTB ya da bir başka meslek kuruluşunun siyasetle ilgisi ülkenin birliği, dirliği, Atatürk ilke ve devrimlerine bağlılıktan öteye geçemez, geçmemelidir. Kaldı ki, andığımız bu başlıklar siyasetle de ilişkilendirilemez. Bu topraklara ayağı basan her yurttaşın ikilemsiz kabul ettiği ilkelerdir.
Oysa, son 25 yılda TTB’ye sözde sol örgütler koalisyonunun egemen olduğu ve hemen hiçbir dönem değişmeyen etnikçilik hastalığına tutulduğu özellikle hekim kamuoyunun yakından tanık olduğu gerçektir.
Böyle bir kişi sizce de TTB MK başkanlığına yakışıyor mu?
Son 10 yılda hemen her TTB genel kurulunda bulunmuş birisi olarak bu olumsuzluğa yakından tanıklık ettim. Bu durumu değiştirme doğrultusunda üzerime düşeni sonuca erişmese de yapmaya çalıştığımı rahatlıkla ifade edebilirim.
Bu süreçte teröre karşı savaşım veren Türkiye Cumhuriyeti devletinin hemen her fırsatta karşısında TTB’yi görmesi rastlantı olmasa gerektir.
TTB’ye egemen olan anlayışın bu olumsuz tutuma sıkı sıkıya bağlanmış olması bir yandan enerji ve zaman kaybına yol açarken diğer yandan da 150 bin dolayında hekimi kendisinden uzaklaştırma sonucunu doğurmuştur.
TTB yönetimleri marjinal kişiliklerin ve örgütlerin eline geçtikçe doğal olarak kurum da marjinalleşme görüntüsü vermiştir. Bu görüntüden hoşnut olmayan hekim kitlesinin tepkisi ise odalardan ve dolayısı ile TTB’den kopmak şeklinde gerçekleşmiştir. Bu kopuş derinleştikçe TTB’ye egemen olan anlayışın iktidarı sağlamlaşmıştır. Bu da hekim kitlesinin TTB’den kopuşunu hızlandırmıştır. Sonuç TTB’nin giderek sapkınlaşması şeklinde gerçekleşmiştir.
TTB yönetimini belirleyen delegeleri gönderen Oda seçimlerine katılımın % 20 eşiğini aşamaz duruma gelmesi ne demek istediğimi daha iyi anlatacaktır.
Bir örnekle pekiştirmek gerekirse 2014 yılında yapılan bir TTB Genel Kurulu’nda Kobani Devrimi’nin selâmlanması ve desteklenmesi tartışma konusu yapılabilmiştir. Hemen her TTB genel kurulu Türkiye’nin başat sorunlarından olan etnikçi terörün güzellenmesine ve temize çıkartılmasına sahne olmuştur.
Son olarak benim “salgın seçim”olarak nitelediğim “baskın seçimler” TTB’ye egemen olan grupçukların iktidarını sağlamlaştırma fırsatı olarak kullanılmıştır. Odalardaki seçimlere katılım % 10’lara ve daha da gerisine düşmüştür.
Buralardaki seçimlerle belirlenen 481 delegenin katılması gereken geçen hafta sonundaki TTB Seçimli Genel Kurulu’na delege katılımı sayısı 305’te kalmıştır. Bu denli katılımsız bir sürecin sonunda TTB Merkez Konseyi Başkanlığı için Şebnem Korur Fincancı’nın seçilmiş olması sözcüğün tam anlamıyla fırsatçılık gösterisini tamamlayan son nokta olmuştur.
Siyasi duruşu etnikçilikten yana olan Şebnem Korur Fincancı kendi düşünceleri doğrultusunda kurulmuş bir dernek ya da vakıf oluşumunu kuşkusuz iyi yönetebilir. Ancak, bu görüşteki bir meslektaşın TTB MK Başkanı olması önümüzdeki dönemin de şimdiden yitirilmiş olduğunu kaçınılmaz olarak çağrıştırır.
- Hekime şiddetin yasal düzenlemelere karşın tavan yapmayı sürdürdüğü,
- Küresel salgınla baş etmede hekimlerin ön cephede canla başla çalıştığı,
- Toplum sağlığının hemen her geçen gün olumsuzluğa uğradığı,
- Hekim özlük haklarının Türkiye Cumhuriyeti tarihinde en düşük düzeye indirildiği günümüzde daha çok siyasi duruşuyla ünlenmişDr Şebnem Korur Fincancı’nın bulunabileceği katkıyı merak edenlerdenim.
Bu konuda yazıda andığım nedenlerle umutlu olamıyorum.
Belirli düşüncede olanların bir araya geldiği dernek yöneticiliğiyle 150 bir hekimin üyesi olsun olmasın meslek kuruluşu olan TTB’yi yönetmek oldukça farklı işlerdir.
Geçen çeyrek yüzyıl boyunca hekimlerden ve toplumdan giderek kopan TTB’nin bugün gereksindiği bu kopuşu hızlandırmak değil biraz olsun sınırlamaktı.
Bu gereksinimin karşılanması yerine keskin duruşlu bir Merkez Konseyi Başkanı aracılığıyla sözde sol örgütlerin benliklerinin doyurulması yeğlenmiştir.
Gelinen noktada Tıbbiyeli ruhlu Türk hekimlerine düşen, tabip odalarından ve TTB’den uzaklaşmak değil tersine yakınlaşmak ve meslek kuruluşundaki işgali bir an önce sonlandırmak olmalıdır.
Hiçbir şey için geç değildir…