“Dostun bahçesine bir hoyrat girmiş,
Korudur hey benli dilber korudur;
Gülünü dererken dalını kırmış,
Kurudur hey benli dilber kurudur.”
Pir Sultan Abdal’ın bu deyişini içselleştirmek için bazı sözcüklerin anlamlarını anımsayalım:
hoyrat: Kaba, kırıcı ve hırpalayıcı.
dilber: Alımlı güzel kadın.
koru: Ormandan küçük, koruma altındaki sık ağaçlı yer.
bahçe: Sebze, çiçek, meyve ağacı gibi bitkilerin yetiştirildiği bakımlı alan.
Konumuz edebiyat olmasa da onsuz da olmuyor! Ozanımızın deyişini düz metin haline çevirmeye çalışalım, görelim bakalım ne diyesiymiş:
“Hey benli dilber, üzüldüğün şeye bak; dostun bahçesine bir hoyrat girmiş diye yakınmaktasın, bahçe dediğin o yer koru olmasın? Üstelik bu hoyratın, gülünü dererken gül ağacının dalını kırdığını söylemektesin ki gül kuru olmasa dalı kırılır mıydı hiç?”
Hoyrat dedik de ‘bir deli hoyrat’ Covid-19 koru demedi bahçe demedi girdi her yere, tüm dünya hop oturdu hop kalktı. Uluslar, bahçıvanlıkta ustalıklarını konuşturdular adeta. Gördük ki kimi ülke koruymuş, kimi de bahçe! Üstelik bahçesine iyi bakanları da görmüş olduk.
Yüksek not alan bahçıvanlar olsa da dünyada, hiçbiri yüz üzerinden yüz alamadı. Kimiyse hoyratı defedemeyince başka ülkeleri sorumlu tuttu; hatta hızını alamadı, zaten değiştirmedikleri ırkçılığa soyundu. Gördük ki Korona virüsü ‘Vahşi Batı’nın kuyruğuna bastı, malum Batı kuyruk acısından tırmalayacak el/yüz arar oldu.
Kendi uluslarının sağlığını hiçe sayan bu Batı, Trans Atlantik köle ticaretinden, Kızılderili soykırımından, cadı avından (kilisenin kadınlara yönelik katliamı), ve dahi kendi çıkardığı haksız savaşlardan hiç de farklı olmayan davranış biçimini sergilemeyi sürdürdü, sürdürüyor, sürdürecek de. Örnekse, iyi yönde bir değişim olsaydı eğer, bakımevlerindeki sayısı binlerle ifade edilen insancıklar ölüme terk edilmezdi.
Oysa biz, yaşlılarımızın varoluş nedenlerimiz olduğunu biliriz, ki onlar bizim kütüphanelerimizdir, belleğimizdir. Biz onlara kıyamayız çünkü biz büyüklerimizi kendimizle aynı bütünün parçaları olarak görürüz. Batılılardan farkımız budur.
Tam bu noktada bir soru sormam gerekiyor: ABD’de yaşamayı ayrıcalık gibi gören yurttaşlarımız hala aynı düşüncede mi acaba? Bu soruyu, ülkemizde kazandığı paraları oralara götürüp “ikinci vatandaşlığı kapanlara(!)” da sormak isterdim ama sormayacağım; bana kızmasınlar diye!
(Ülkemizde istihdam edilemeyip de yurt dışına iş için gitmek zorunda kalanlarla eğitim amacıyla giden yurttaşlarımız konumuz dışında.)
Özdemir Asaf’ın en kısa şiirine atfen “Kendi bahçesinde dal olamayanın biri, girmiş bahçeme ağaçlık taslıyor” denmesin diye, biraz da kendi sağlık bahçemize göz atalım. Bence, bu salgın sürecinde ulus olarak en azından sınıfı geçer not aldık. Önümüzde not yükseltme sınavlarımız var; aynı başarıyı gösterebilecek miyiz bilmiyorum? Bu sınavlardan en önemlisi “Evde Kal Sendromu”. Deyim bana ait. Sendrom ya da belirgi, birbirleriyle ilişkisiz gibi görünen, ancak bir araya geldiklerinde tek bir olgu olarak kendilerini gösteren hastalık bulguları bütünüdür. Bu tanımdan hareketle, uzun süre evde kapalı kalıştan kaynaklı psikolojik travmaların, tükenmişlik sendromuna yol açabileceği gerçeğini titizlikle akılda tutmak gerekiyor. Sendromlar ipuçlarını göstermeye başladı bile; evlerdeki didişmeler, sokak kavgaları, hoşgörüsüz davranışlar, trafik canavarlığı vb..
Bunların her biri bilimsel (üniversal/akademik) alanda ele alınması gereken önemli konular. Ben şu kadarını söyleyebilirim: Analar, babalar, nineler, dedeler, çocuklar, yani büyük aile olarak evlerinin bahçesini bakımlı kılabilenler, bahçelerine hoyrat da girse fazla zarar görmezler. Bunu başaramayanlar ise yardıma muhtaçlar. İşte önümüzdeki süreçte en büyük not yükseltme sınavımız bu olacaktır.