Akademik atamalarda da diğer atamalarda olduğu gibi aranacak ölçüt bilimsel liyakat olmalıdır. Bu yönüyle akademik yarışa katılan kişiler birden fazla ise en liyakatli olanın belirlenerek ilgili kadroya onun atanması gerekmektedir.
Ancak üniversitelerimizde işleyişin böyle olmadığı biliniyor. Fakat bu noktada sorunlu olan sadece işleyiş değil, bizzat yasalarda kayırmacılığa açıkça yol veren düzenlemelerdir.
Bilindiği üzere, üniversitelerde yardımcı doçentlik, doçentlik ve profesörlük gibi akademik kadrolara atama ya da yükseltilme işlemleri 1981 yılından bu yana YÖK Kanununa göre yürütülüyor. Son olarak 2018 yılında Yükseköğretim Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun çıkarıldı. Bu Kanunla Yükseköğretim Kurumlarına Doktor Öğretim Üyesi ve Doçent atamalarında “ek koşul” belirleme yetkisi tanınmıştı.
Bu değişiklik akademik kadrolara atanacak kişiyi doğrudan işaret etmeye imkan sağlamaktaydı. Doğrusu bu sistemle akademik hayatta liyakat tümüyle ortadan kalkıyor ve Rektörlerin ve dekanların istedikleri kişileri istedikleri kadroya atayabilmelerinin önü açılıyordu.
İşte bu konu Anayasa Mahkemesinin önüne gelmişti. Doğrusu kendi adıma Anayasa Mahkemesinin bu düzenlemeye geçit vermeyeceğini düşünüyordum. Ancak yanıldım. Yüksek Mahkeme bugün (22 Temmuz 2020) yayınlanan bir kararıyla Yükseköğretim Kurumlarına Doktor Öğretim Üyesi ve Doçent atamalarında “ek koşul” belirleme yetkisi tanıyan düzenlemeyi Anayasaya uygun buldu.
AYM gerekçesinde, üniversitelerin, Anayasa'nın 130. maddesinde bilimsel çalışmaların yapıldığı ve bilimin öğretildiği kurumlar olarak nitelendirildiği ve bilimsel özerkliğe sahip kılındığı belirtilerek; “ek koşul belirleme yetkisi” ile üniversitelerin Anayasa'nın kendilerine yüklediği görevleri kendi koşul, plan ve hedefleri çerçevesinde daha etkin ve özgün bir şekilde yerine getirebilmesinin amaçlandığı ifade edildi.
Yüksek Mahkeme gerekçesinde, yine bu hususta “Bilimsel ve akademik çalışmaların dinamik yapısı ile her yükseköğretim kurumunun kendi ihtiyaç ve şartları gözönüne alındığında akademik kadrolara yapılacak atamalarda yeni şartlar belirleme gereği duyulabilir. Böyle bir gereksinimin var olup olmadığı hususu ise yükseköğretim kurumlarının takdirinde olup bu kurumların ek koşul belirleme yetkisini kullanma zorunluluğu bulunmamaktadır.” denildi.
Gerekçede bu uygulamanın keyfiliğe yol açacak şekilde yorumlanmasının önüne de geçilmek istendi ve “ek koşullar münhasıran bilimsel kaliteyi artırmak amacıyla bilim veya sanat disiplinleri arasındaki farklılıklar gözönünde bulundurularak belirlenmeli ve objektif ve denetlenebilir nitelikte olmalıdır. Ayrıca yükseköğretim kurumlarının belirlediği ek koşullar YÖK'ün onayına tabidir.” denildi. Ancak bu çerçeve zaten bilinen ancak fiilen uygulanmayan bir sınırlamayı içeriyordu.
Türkiye’de YÖK sistemi eleştiriliyor. Bu ayrı bir konu. Ancak bu hususta neredeyse herkesin itikat ettiği bir batıl inanca artık son vermek gerekiyor. Akademik atamalar bağlamında, 1981 yılında getirilen ve 1983 yılında kısmen değiştirilen temel düzenleme, 2018 yılındaki değişiklikle getirilenden çok daha adaletli ve hakkaniyetlidir.
2018 yılında getirilen sisteme göre, akademik atamalarda üniversitelere, (tabi ki sözde) bilimsel kaliteyi artırma amacına yönelik olarak, objektif ve denetlenebilir nitelikte ek koşul öngörme yetkisi tanındı.
Yani üniversite bilimsel niteliğine katkı sunacak özel nitelikleri olan kişileri istihdam etmek isterse yasa bu uygulamaya cevaz veriyor.
İlk bakışta sanki iyiniyetli bir sistem gibi görünüyor. Ne de olsa amaç bilimsel kaliteyi artırmak… Buna göre sözgelimi bir akademik kadroya çok özel niteliklere sahip bir doçentin atanmasına ihtiyaç varsa, üniversite bu niteliği ilgili kadroya müracaat edecek kişilerde aranacak ek koşul olarak ilan edebiliyor.
Bu durumda liyakatli fakat torpilsiz kişiler mağdur oluyor. Gerçekten gerek yayınları gerekse bilgi ve becerileri bakımından nitelikli birçok kişi getirilen bu sistemle akademik hayattan kovuluyor. Tabi bu uygulamanın asıl mağduru bilim hayatı oluyor.